Şehir ve Kültür Söyleşilerimizin ikincisinde, ülkemizin mümtaz şahsiyetlerinden ilim adamı, Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan hoca ile beraberiz. İstifade edeceğimiz keyifli ve uzunca bir sohbet oldu, hemen sorulara başlıyorum;
1.Sizin için şehirde yaşamak neyi ifade ediyor?
Bir şeyi anlarken onu karşıtıyla birlikte düşünmemiz gerekiyor köy - şehir ilişkisini bilmek gerekiyor. Köydeki yaşantı neydi; köyde özellikle 50/60 yıl önce komşusunun kızı ile evlenen, babasının işini yapan, temel ihtiyaçları rahat karşılayabilen, doğanın içinde yaşayan bir toplum vardı ve bu asırlardır süren bir toplumdu. Ciddi sanayileşme ve şehirleşme ile ilgili en büyük değişim 1950’den sonra oldu. Buda tabii ciddi bir kalkınma hareketi ile ilgili. Daha önce köy ağırlıklı bir toplumken daha sonra kent ağırlıklı bir topluma dönüştük. Şimdi % 90 civarında şehir yaşamında herkes. Zaten küreselleşmenin getirdiği etki ile de köyler ve şehirler neredeyse eşit hale geldi. Kırsal hayattaki kültür ile şehir hayatındaki kültür farklıdır. Kırsal hayatta daha doğaya yakın, temel ihtiyaçlara odaklı bir yaşam varken kente geldiği zaman insan, bir nevi işçi olma, burjuva olma, feodal yapıdan uzaklaşma gibi sanayileşmenin getirdiği bir değişiklikle karşılaştı. Buna uyum sağlama süreci için ise şu söylenebilir; böyle durumlarda uyum sağlama ile ilgili sosyolojik değişimler 10/20 senede olmaz birkaç yüz senede olur. Tepeden tırnağa sosyolojik değişimler insanlık tarihinde hiç olmamıştır. Yani otoriter yönetimler totaliter yönetimler hep bunu yapmaya çalışmışlar, kısa vadede yaptı gözükmüşlerdir fakat sonra sosyolojik kökler tekrar canlanmıştır. Şehirleşme de ciddi bir kültür değişikliği ortaya getirdi. Kırsal alan yaşam kültüründen şehir yaşamı kültürünü ortaya getirdi. Burada tabii yönetici kişilerin, lider kişilerin davranışları ve basının, görsel yayınların etkisi bir şehirleşmeyi ortaya çıkardı. Fakat öyle bir şey ki biz şehirleşmeye çok hızlı girdiğimiz için biraz da toplum köklerinden uzaklaştırılarak şehirleşmek zorunda kaldık. Geçmişi tamamen unut, tamamen yok say denildi. Böyle bir şehirleşme olunca arabesk çözümünü üretti bu şehirleşme Türkiye’de. Kendine özel çözüm üretti insanlar, köyden geldiler ama şehirde kendi derneklerini kurdular. Köydeki hayatı şehrin sosyal baskısına karşı bir sığınak olarak kullandılar. Bölgecilik ve hemşehricilik oldu. İstanbul’un her semti sanki bir şehrin temsilcileriyle dolu gibi bir durum ortaya çıktı. Bunun için insanları suçlamamak gerekiyor. Kentte başka ne oldu; Paşabahçe’de şişe- cam fabrikası kuruldu, Beykoz’da ayakkabı fabrikası kuruldu. Buralara fabrika kurulunca insanlar çalışmaya geldi. O insanlara ev verilmedi, altyapı verilmedi. Öyle olunca onlar da ormanlarda gecekondular yaparak kendilerine mekân tuttular. Fabrika kuruluyorsa onunla ilgili altyapının da yapılması gerekiyordu oysa. Bu durum şehirdeki çarpık kentleşmenin en büyük sebeplerinden birisi. Mesela Haliç’te de benzer şeyler yaşandı, burada hep devlet halktan sonra davranabildi.
Dolayısıyla şehirleşme ve şehir mimarisi konusunda devletin rehberliği yeterli oldu diyemeyiz. Çünkü mimari dolaylı olarak kültürü de etkiliyor. İyi bir mimari yapabilirseniz insanlar o mimariye uymak için çaba gösteriyor ve saygı duyuyor, insanları kendi halinde bırakıp da kendi sosyal yaşantısını kurduğu zaman ise insan izole olmaya daha yatkın hale geliyor. Onun için kentleşme, zorunluluk haline geldi burada. Kentler hızla büyüdü ve göç bir şekilde arttı. Böyle durumlarda sosyal dayanışmaya, yakın ilişkilere yatkın bir toplum olduğumuz için kentleşmede sosyal bağları koruyarak devam etmeye çalıştık. Mesela Anadolu’nun bir kasabasından insanlar İstanbul’a gelip bir apartman yaptılar. O apartmanın her dairesinde amca, teyze ve çocuklar kaldı. Modern çekirdek aile yerine geleneksel çekirdek aile oluştu. Yani kendi modernizmimizi kendimiz oluşturduk. Aslında iyi bir şey bu; sosyal dayanışmanın devam ettiği bir aile ilişkisini ortaya çıkarttık. Hatta bununla ilgili bir sosyolog Türkiye’deki aile yapısını incelediğinde şöyle söylüyor: “Siz geniş aile değilsiniz, çekirdek aile de değilsiniz ama çekirdek aileler konfederasyonu olmuşsunuz.” İstanbul’da birçok semtte bu tarz bir sosyalleşme oluştu. İyi ki de oluştu. Bu, suçu azaltan bir şeydir. Bu insan ilişkilerinde, çocukların eğitiminde olumsuz etkilenmeyi azaltan bir özelliktir. Aile bağlarının zayıf olduğu toplumlarda suç ve şiddet artıyor.
Ailenin sosyal konfor sistemi ki buna ‘mahalle baskısı’ diye olumsuz bir anlam yükleniyor. Hâlbuki bu mahalle baskısı keşke doğru şekilde yürüse… Küçük yerin kanunu büyüktür, büyük yerin de kanunu küçüktür. Bunun olmadığı yerde ne oluyor; insanlar rahatlıkla suç işliyor, yalan söylüyor, hile yapıyor, aldatıyor ve bunu yapan kimseye, toplum niye yaptın demiyor, bir ayıplama yok. Sosyal normlar bozuldu. Sosyal normların bozulduğu bir kentleşme ise kaos demektir. Onun için sosyal normları devam ettirerek bir kentleşmeyi başarmamız gerekir. Şehirleşme dediğimiz zaman şehir ve kültür dediğimiz zaman anlayacağımız en önemli şey: insanların çoğunluğu hangi kültürdeyse şehrin kültürü odur. Kültürsüz insanlar eğer çoğunluktaysa o şehirde kaos olur. Kültürlü insanlar (etik kuralları olan insanlar) çoğunluktaysa orada mutluluk, huzur ve düzen olur.
2-Şehir ve kültür ahenginin insana ve topluma olan etkileri hakkında neler söylemek istersiniz?
Kastettiğimiz şu olmalı; şehirde kırmızı Şehir ve kültür ahenginden ışıkta durmak gibi bir kural var, buna birkaç kişi uymazsa cezalandırılır ama yüzlerce kişi uymazsa hiç kimse bir şey yapamaz. Onun için burada medenileşmenin en önemli ölçüsü kurallara uymaktır. Ama kuralların da insan için hakkaniyetli olması gerekiyor. Mesela a kişisine kural yok b kişisine kural varsa burada adalet olmaz. Adaletin hakkaniyetli olmadığı yerde de barış olmaz. Biz bir kentte barış istiyorsak o kentin önce adaletli bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Adaletli bir şekilde yönetilmediği zaman, mesela gelir adaletsizliği olduğu zaman bir tarafta aç insanlar, sokaklarda yatan insanlar varsa burada bir kent kültüründen bahsedebilir miyiz? Burada ciddi bir şekilde feodal yapının yeni versiyonu ortaya çıktı. Kapitalizm çıkarcılıkla, bencillikle, yalancılıkla kirlendi. Bunun sonucunda gelir adaletsizliği ortaya çıktı ve bu sebeple insanlar şu an bir sosyal patlamanın eşiğinde yaşıyorlar. Buradan şehir kültürüne gelirsek; şehirde bir ahengin olması için muhakkak o şehirde adaletin yüksek değer olarak kabul edilmesi gerekiyor.
Mesela bir evde adalet varsa o evde huzur vardır. Mesela bir çocuğun her istediğini yapıp diğer çocuğun isteklerini engellerseniz orada kıskançlık, düşmanlık ve barışçıl olmayan bir rekabet çıkar. Barışçıl rekabet faydalıdır ama barışçıl olmayan bir rekabet zararlıdır. Bu durum şehirde de geçerli. Şehri yönetenler sadece kendisine yakın olanlara avantaj sağlarlarsa diğer şehirlerde kin, öfke, nefret ve düşmanlık ortaya çıkar. Önce bir soğukluk, sevgisizlik ortaya çıkıyor devam ettiği zaman nefret ortaya çıkıyor bu da devam ettiği zaman düşmanlaşma ortaya çıkıyor. Biraz daha devam ettiği zaman ise şeytanlaşma ortaya çıkıyor. Böyle olunca da zarar vermek zevk haline geliyor. Onun için devletin şehirlerin yönetilmesinde adil paylaşımda bulunması oldukça önemli, bunun sağlanabilmesi gerekiyor. Bu, şehirdeki ahenk açısından önemlidir. Adalet anlayışı varsa orada refah seviyesi yükselir. Biliyorsunuzdur Fatih Sultan Mehmet’in meşhur bir örneği vardır. İstanbul’un fethinden önce Fatih Sultan Mehmet Edirne’de bir sabah, tebdili kıyafet ile bir esnafa gidiyor bir şey alıyor ikinci bir şey almak istediğinde ben siftah yaptım komşum da yapsın diyor esnaf. Diğerine gidiyor o da bir diğerine yönlendiriyor derken bunun üzerine birkaç kez aynı hadise tekrar ediyor. Bunun üzerine Fatih: “Ben değil İstanbul’u bütün dünyayı fethedebilirim bu milletle.” diyor. Niye çünkü adalet, birlik ve huzur var. Bu, kentleşmenin en güzel ölçütlerinden birisidir. İnsanlık bu seviyeyi yakalayamadı daha. Toplumdaki kutuplaşmalar nedeni ile şehirler huzurlu olmaktan uzaklaştı. Şehirdeki ahengin olması için ilk önce şehirde adil bir yönetim sistemi olması lazım.
Şehirdeki ahenge geçmişimizden örnek verecek olursak; bu nasıl sağlanmış? Osmanlı zamanında Ahi Teşkilatı var. Mesela Ahiler on bir ay kasaplık yapıyorlarsa bir ay bahçıvanlık yapıyorlarmış ki merhamet duyguları körelmesin. Mesela pabucu dama atıldı lafı Ahi Teşkilatı geleneklerinden geliyor; bir esnaf hile yaptığı zaman onun pabucunu dama atarlarmış ve ondan kimse alışveriş yapmazmış. Burada oturmuş sistemi görüyoruz. Bununla bir kent kültürü oluşturabilmiş Osmanlı, bir huzur sağlanmış ve asırlarca böyle devam etmiş. Aksi halde 600 yıl devam etmez ki bir devlet. Ve bunu bütün azınlıklarla birlikte, farklılıklara rağmen başarmış. Bu şekilde kent barış içerisinde yönetilebiliyor. Ahenk dediğiniz zaman bu geliyor aklımıza; birinci adalet, ikincisi de insanlar arasında saygının olduğu bir kültürün olması. Toplumlarda birlikte yaşama bilincinin olması gerekiyor. Birlikte yaşama bilinci varsa orada şehir kültürü ortaya çıkar. Bu da insanların kendini olduğu gibi kabul etmesiyle ilgili değiştirmeye çalışmasıyla ilgili değil. Bunu insanlık demokrasi ile yapmaya çalışıyor fakat biz bunu asırlardır yapmayı başarmışız zaten; Osmanlı Ahi Teşkilatı ile bir sosyal kontrol sistemi kurulmuş. Bu bir anda kalkınca ne olmuş sosyal kontrol sistemi bozulmuş ve arabesk kültür çıkmış ortaya. Doğu kültür ile batı kültürü arasında ara bir yöntem öğrenmişiz. Mesela Osmanlı’da senelerce 1950’ye kadar Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği yasak. Böyle olunca insanlar gitmiş Arap radyolarını açmışlar Osmanlı da etkilenmediği kadar Arap müziğinden etkilenmiş ve ne olmuş; Anadolu’da Arap müziğinin Türk müziği ile karışımı olan arabesk müziği halkın müziği olmuş.
Sosyolojik değişimler yasaklarla kanunlarla olmuyor, arabesk müziğin Anadolu’da yaygın olmasının sebebi tamamen bir grubun yasaklanması ile ilgili. İnsanlar kendi müziğini dinlemeyince başka çareler arıyorlar. Demek ki sosyolojide baskılar geri tepiyor! Bunu bilmek gerekiyor. Dolayısıyla ahenk için kendi kültürel değerlerimizi tepeden aşağıya değiştirmeye çalışmak yerine herkesin barış ve huzur içerisinde yaşayacağı, çalışacağı bir sistem kurabilmek gerekiyor. Bu varsa ahenk oluşuyor. Onun için serbest piyasa ekonomisinde ne var; mallar pazara gelir eşit rekabet vardır fırsat eşitliği vardır zaman içerisinde kaliteli mallar kabul görür, tutar diğerleri silinir. Aynı şekilde kaliteli kültürler de böyle. Bizim geleneksel kültürümüzü yukarıdan aşağıya değiştirmeye çalışmak bizim şehir kültürümüze olumsuz yansır.
3. İnsan psikolojisi ve sahip olduğu kültürel değerler çevreye nasıl yansır?
İnsanın bir kimliği var, aynı zamanda şehirlerin de bir kimliği var. Kimlik nedir? Ben kimim sorusu sorulduğunda verilen cevaptır. Ergenliğe gelmiş bir genç; ben kimim, nereye yönelmeliyim, niçin gibi sorular sorar. Bu soruları sorarken de kendi kimliğini oluşturur. Bu etnik kimlik, kültürel kimlik, cinsel kimlik, biyolojik yapımız, kişiliğimiz doğuştan geliyor bunun oranı %30 %40’tır. Ama %60 %70’i sosyal öğrenme ile oluşuyor bu da kimlik duygusudur. Kişinin, şehrin özgünlüğünü gösteren duygudur. Bu kimlik duygusu şehirde de mevcuttur. Her şehrin bir kimliği vardır ve dolayısıyla her şehrin bir ruhu vardır. Onu kaybettiği zaman dağılır orası. Onun için şehrin kimliğini devam ettirmek önem taşır. Batıdaki şehirlere gittiğimiz zaman belediyecilikte yol, taş yapımının değil sosyal belediyeciliğin ön plana çıktığını görüyoruz. Sosyal belediyecilikte şehrin kimliğini oluşturan işlere, kültürel faaliyetlere daha çok önem verilir.
Bir de şu var bizde şehir kültürü denildiği zaman opera, orkestra anlaşılıyor. Bu milli değil ki. Yapılabilir ama milli olması lazım. Milli değerlerimiz milli kültürümüzü oluşturur, çünkü kimliktir o. Aliya İzzetbegoviç’in çok güzel bir sözü var: “Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.” Diyor. Bizim, şehirlerimizi muhakkak kendi kimliğimize uygun yapmamız lazım. Mesela Selçukluların, Osmanlıların kimliğini gösteren bir mimarisi vardı. Ama biz, şehirleşmeyi betonlaşma olarak algıladık, boğazın her tarafını beton yaptık. Şehirleşmek betonlaşmak demek değil ki. Yerel olmadan evrensel olamayız. Yerel değerlerimizi koruyarak evrende var olmamız gerekiyor. Batı enstrümanını ustaca çaldığın zaman batılılar sana bize öykünen birisi diye küçümseyerek bakarlar. Hâlbuki kendi enstrümanımızı en güzel şekilde çalabilmemiz gerekiyor. Yerel değerlerle evrensel değerleri birleştirirsek daha fazla saygı duyuluruz. Şehrin bir milli bir kültürünün olması için ise önce kültürel standartların belirlenmesi gerekiyor. Bu kültürel standartlar şehirdeki insanların birlikte oluşturacağı, birlikte yaşayarak oluşturacağı şeylerdir. Devlet yaşam tarzı dayatmaz, dayatmamalı. Yaşam tarzı dayattığı zaman yaşam tarzı ırkçılığı ortaya çıkar çünkü. ABD’de Nebraska Üniversitesi’nin yaptığı ‘Mutlu Aile’ çalışması var, mutlu ailelerdeki ortak özelliklerle ilgili bir çalışma. Üç tane ortak özellik çıkmış. Birincisi birlikte zaman geçiren, ikincisi takdir, onay, övgü sözlerinin çok kullanıldığı, üçüncüsü ise birlikte kiliseye giden / birlikte ibadet eden aileler olduğu. Yani; birlikte ortak kültürel değerler varsa ailede de mutluluk daha kolay oluyor. Yani demek ki kültürel paylaşım, kültürel iş birliği ne kadar çoksa, ne kadar aynı yemekten lezzet alıyorlarsa, ne kadar aynı tip eğlenceden zevk alıyorlarsa, ne kadar aynı tip seyahatlerden zevk alıyorlarsa, ne kadar ortak sanat, ortak müzik varsa o kadar ortak değerler oluştuğu için frekanslar senkron çalışabiliyor. Kültürel kimlik bu anlamda çok önemli. Her şehrin kendi kültürel kimliğinin kodlarını oluşturabilmesi için ortam hazırlamalı belediyeler. Belediye meclislerinin en büyük görevi de budur zaten.
4. Ünlü Psikolog Albert Bandura “Çevrenin sergilediği davranışlar, kişinin davranışlarını etkiler.” der. Bu minvalde doğanın bir psikolojisi olduğundan söz edebilir miyiz? Bireyin içinde bulunduğu çevrenin, insan psikolojisine olan etkileri nelerdir?
Çevre ile insan davranışı arasında nedensellik bağı var bu doğru. Mesela Karadeniz insanı hareketli bir yapıya sahip. Sebebi ise toplu bir binada yaşamıyorlar, herkes birbirlerinden uzak; dağlarda, geniş bahçelerin içerisinde yaşıyor. Yaşadıkları yerler yalçın yerler bu sebeple de devamlı hareketli olmaları gerekiyor. Bu da hiperaktif, heyecanlı bir insan tipini ortaya çıkarıyor. Coğrafya mı bunu yaptı, bu tip insanlar mı oraya uyum sağladı onu bilemiyoruz ama sonuçta bu ikisi arasında bir ilişki var. Mesela Van’a giden Karadenizli bir aile var. Van’daki tüm köylere baktığımız zaman Karadenizli ailenin yaşadığı köyün yemyeşil olduğunu diğerlerinin o kadar yeşil olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla insan yaşamı kültürü, kültürün de insan yaşamını etkilediğinden söz edebiliriz.
5. Her görüntü insanda bir iz ya da yara bırakıyor. Şehir yaşamında da gördüklerimiz, görmek zorunda olduklarımız ve maruz kaldıklarımız var… Gördüğümüz kötülükler/olumsuzluklara karşı ise bir süre sonra normalleşiyoruz. Bu normal midir, bu konuda okuyucularımıza neler tavsiye edersiniz?
İnsan ve çevre arasında tavuk yumurta ilişkisi gibi bir ilişki var. İnsan çevreyi, çevre de insanı etkiliyor. Şu anda bizim şehir yaşamındaki en önemli zayıf tarafımız; komşuluk sisteminin çökmesi. Bunun olmadığı yerde komşu açlıktan ölüyor, kokusu gelince ancak insanlar anlıyor. Maalesef bugün böyle bir durum var. Önceden komşu çanağı vardı, evde boş olarak durur evde pişen komşuya da düşer deyip çanağa ikram koyup herkes birbirine götürürdü. Bu alışkanlık kalktı “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Hz. Peygamberimizin bu kıymetli ifadesi vardı oysa… Paylaşma kültürü ortadan kalktı maalesef. Doğu kültürünü batılılar, sadaka kültürü diye küçümsediler. Hatta Nietzsche’nin meşhur ifadesidir: “Yardımlaşma işletme maliyetini arttırır.” Bunun sonrasında ise hayvanları gözlemlediler. Hep çekirdek aile modeli vardı. Hayvanlarda böyle bizde de böyle olmalı diyerek geniş aileyi dağıttılar. Büyük balık küçük balığı yutar tarzını sosyal hayata uyguladılar ve bunun sonucunda batı hızla çekirdek aileye dönüştü ve ne oldu; benmerkezcilik ön plana çıktı. Aile böyle durumlarda ciddi şekilde zarar görmeye başladı. Bireyselleşme modernizmin en önemli tezi oldu. Bireyselleşmeyi bencillik olarak algıladık. Ve bu durum şehri ve şehir hayatını etkilediği gibi komşuluğu da etkiledi. Bireyselciliğin ve benmerkezciliğin olduğu bir yerde; başkası, komşusunun aç olması ile birisinin bir yere düşmesi ile hiç ilgilenmiyor. Böyle olunca da sosyal bağlar zayıfladı.
Batının şu andaki en büyük sorunu yalnızlık. Kalabalık şehirlerde yalnız insanlar ortaya çıktı. Yalnızlık şu anda şehir hayatının en büyük psikososyal sorunu. Hatta onun için zamanında doğu kültürünü küçümseyenler şu anda sosyal sorumluluk projeleri yapmaya başladılar. Çünkü toplumun %50’sini dezavantajlı insanlar oluşturuyor; hastalar, yaşlılar, engelliler, yoksullar… Diğerleri de avantajlı durumda olanlar. Şimdi, toplumdaki ilişkileri biyolojik doğadan alarak rekabetçi ilişki haline getirirsen güçlü olan zayıfı ezer böyle bir sistem oluşuyor. Böyle olunca insanlar arasındaki sosyal bağlar zayıfladı. Sosyal bağların zayıflaması demek komşuluk sisteminin zayıflaması demek. Modernizmin yaptığı en büyük kötülük komşuluk, dayanışma, paylaşım kültürüne bütün dünyada zarar vermesidir. Hatta Rahibe Terasa’ya soruyorlar: “Dünya daha yaşanılır nasıl olur?” diye “Birebir iyilik yapmakla.” diyor. Şimdi iyilik yapmayı gereksiz gören çıkarcılıkla, bencillikle kirlenmiş bir kapitalist sistem var. Böyle bir sistemde en çok zarar gören kurum da aile oldu, en çok zarar gören ikinci kurum ise komşuluk sistemi oldu. Komşuluk sisteminin olmadığı durumda mutsuz insanlar arttı. Refah seviyesi yükseldi ama buna paralel mutluluk seviyesi yükselmedi. Komşuluk bağları atlandığı zaman devlet her şeye yetişemez ki. Yetişemediği zaman da intiharlar, ölümler artıyor. Bu yalnızlık, modernizmin kâbusu durumunda. Neden insan, neden hayvanlarda değil? Mesela bin maymunu alıp bin sene bir arada tut bekle bir toplum olamazlar, bir devlet kuramazlar. Yemek içmek üremeye göre yaşarlar. Çünkü onların genetik kodları öyle. Ama insan ilişkisel bir varlık. Tek başına yaşamaya genetik olarak kodlanmamış bir varlık.
Bakın, medeni toplumlar ile medeni olamayan toplumları birbirinden ayıran en büyük özellik hukukun üstünlüğünü kabul edip etmemektir. Hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen baskıcı otoriter sitemlerde insanlar içine kapanıyor, mutsuz oluyorlar. Aşırı özgürlükçü sistemlerde ise güçlü zayıfı rahatlıkla yiyebiliyor. Onun için burada insan unsuru çok önemli. Kişi bazında insan kimliği neyse, şehir bazında da şehir kimliği odur. İnsan kimlik sahibiyse eğer, nerede duracağını biliyorsa, başkasının hakkına, hukukuna saygılıysa, sözünde duruyor yalan söylemiyorsa bu gibi insanların çoğalması şehrin kültürünü oluşturur. Texas’ta şu anda gece bir kadın sokağa çıkarsa “Sizi koruyamayacağımızı bilmenizi isteriz.” şeklinde bir açıklama yaptı belediye. Amerika ki güya oldukça gelişmiş bir ülke, bunu koruyamayacak ve sağlayamayacak hale geliyor. Neden; çünkü bir çocuk yaramazlık yaptığı zaman ayıp yapma oğlum/kızım diyen komşu yok çünkü. Sosyal kontrol zayıflamış durumda.
Kaynak: Şehir ve Kültür Dergisi
Sayı: 76 Kasım 2020
Okunma : 2378