Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Timaş Yayınları tarafından düzenlenen, Yunus Emre’yi Anma Yılı kapsamında gerçekleştirilen programa konuşmacı olarak katıldı. Televizyon Gazetecisi Zahide Ülkü Bakiler ’in sorularını cevaplayan Tarhan, “Yunus Terapi” kitabı üzerine değerlendirmelerde bulundu. Yunus Terapi kitabını bir ihtiyaç sonucunda yazmaya karar verdiğini ifade eden Tarhan; “Batı’daki kimi araştırmacıların kültürümüzü, Anadolu irfanını sistematize edip, metodoloji geliştirerek “pozitif psikoloji” adıyla bir bilim dalına dönüştürdüklerini fark ettim. Fakat çalışmalarında maalesef ne Mevlana’yı ne Yunus’u ne Sadi-i Şirazî’yi referans verdiler. Ben de birkaç senelik çalışmamın sonucunda Yunus Terapi kitabımı yazdım.” Dedi.
“Yunus Terapi Kitabı, bir ihtiyaçtan ortaya çıktı”
Zahide Ülkü Bakiler: Yunus Emre’yi, interdisipliner bir yaklaşımla ele almaya, böyle bir kitap yapmaya nasıl karar verdiniz?
Prof. Dr. Nevzat Tarhan: Yunus Terapi Kitabı, bir ihtiyaçtan ortaya çıktı. 2009 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, “pozitif psikoloji” başlığıyla bir kongre yapıldı. İlk defa gerçekleşen bu kongrenin ne olduğunu araştırdığımda, geçmişinin 1990’lara gittiğini gördüm. O yıllara kadar duygular, bilimsel bir kategori olarak kabul edilmiyordu.1994 yılında Portekiz kökenli nörobilimci Antonio Damasio, Descartes’in Yanılgısı isimli bir kitap yayınladı. O kitaptan sonra sahada yeni araştırmalar yapıldı ve “duygusal zekâ” kavramı doğdu. Duygusal zeka kavramını incelediğimde, Batı’daki kimi araştırmacıların kültürümüzü, Anadolu irfanını sistematize edip, metodoloji geliştirerek “pozitif psikoloji” adıyla bir bilim dalına dönüştürdüklerini fark ettim. Bunun bizim kusurumuz olduğunu düşündüm: “Biz yapmadık, onlar yaptı ama iyi ki de yaptılar” dedim. Fakat çalışmalarında maalesef ne Mevlana’yı ne Yunus’u ne Sadi-i Şirazî’yi referans verdiler. Bu “iyi kötü”, “doğru yanlış” demeden bilimsel bakış açısıyla hakikati arayan, bunun için Doğu’dan faydalanan ama Doğuyu küçük gören bir yaklaşımdır. Bu arada ben de Yunus okumaları yaptım ve Onu yeni baştan öğrendim. Çalışmaya “Yunus ile ilgili ne yapabilirim” sorusuyla başladım. Bir kaç senelik bir çalışmanın ardından, Nisan 2013’te Yunus Terapi Kitabı ortaya çıktı.
Bu arada Batı’da pozitif psikoloji çalışmaları daha da gelişti ve Harward Üniversitesi “merhamet, minnettarlık eğitimi” adı altında birçok değeri kapsayan bir ders içeriğiyle, 2015 Yılında konuyu müfredatına aldı. 2018 senesinde de Yale Üniversitesi’nde benzer dersler verilmeye başladı. Hatta Amerika’da 3 milyon kişinin bu dersi aldığına dair duyumlarımız var. Biz söz konusu içeriği Üsküdar Üniversitesi’nde “rektörlük dersi” olarak 2013 yılında müfredatımıza dâhil ettik ve iyi insan olma yönünde ölçülebilir hedefler koyduk.
“Ahlak, genetik olarak gelmiyor, sonradan öğreniliyor”
Batı, bu hamleleriyle pozitivist düşünceden geri adım atmaya mı çalışıyor?
Batının hedefi, hakikati aramaktır. Şu an da pozitivist indirgeyiciliği terk ederek duyguları keşfediyorlar. Çünkü duygularla ve bilgelikle ilgili bilimsel kanıtlar ortaya çıktı. Ben, 2010’larda, İnanç Psikolojisi Kitabımda “ahlakın nörobiyolojisi”nden bahsettiğimde, “Ahlakın nörobiyolojisi mi olur? Ahlak da, vicdan da doğuştandır. Bir insan Allah’a inanmasa da yalan söylemez, vicdanının sesini dinler. O bizatihi insan olduğu için ahlaklıdır” deniliyordu. Hâlbuki hayır; ahlak, genetik olarak gelmiyor, sonradan öğreniliyor. Bununla ilgili Daniel Goleman’ın Kitabında yer verdiği, literatüre geçmiş “Elliot Vakası” diye bilinen bir vaka var. Elliot, Amerika’da yaşayan, 40’lı yaşlarında, oldukça başarılı, yaptığı işler, aldığı davalarla ön plana çıkmış bir avukat iken birdenbire bir kişilik değişimi başlıyor. Geç uyanıyor, kimseyi önemsemiyor, dostunu, düşmanını karıştırmaya başlıyor. Değişim sebebiyle, evliliğini yürütemez hale geliyor ve boşanıyor. Parasını kaybediyor. MR çektirdiğinde, Elliot’un beyninin ön bölgesinde mandalina büyüklüğünde bir tümör tespit ediliyor. Tümör ameliyatla çıkarılıyor ve hasta kısmen düzeliyor ama beyinde müthiş bir yıkım gerçekleştiği için iş ahlakı, sosyal ahlak öğrendiği becerilerin hemen hepsi kayboluyor. Beynin ön bölgesinde işlem yapılmasına bağlı olarak gerçekleşen bu durum bize gösteriyor ki, insanı insan yapan, beynin ön bölgesidir. Beynin ön bölgesi olmasa, medeniyet gelişmezdi. Medeniyeti öğreten de, beynimizin bu bölgesindeki öğrenebilme kapasitesidir.
“İnsan doğuştan, iyi veya kötü insan olmaya aday olarak dünyaya gelir”
İnsan doğuştan, iyi veya kötü insan olmaya aday olarak dünyaya gelir. Bu konuyu destekleyecek mahiyette, literatüre girmiş “vahşi çocuk örnekleri” vardır. Bunlardan en bilineni, Ukrayna’da yaşayan Oxana Malaya vakasıdır. Bir ormanın kenarında yaşayan alkolik bir anne babanın kızı olan Malaya, ebeveynleri kendisiyle ilgilenmediği için köpeklerin arasında büyüyor. On yaşındayken komşuları tarafından bulunuyor. Bulunduğu zamana ait video kaydı var. Videoda görülüyor ki, on yaşındaki bu kız çocuğu, köpek gibi koşuyor, onlar gibi havlıyor ve köpekler gibi yemek yiyor. Malaya, rehabilitasyon merkezine alınıyor. Burada bırakın cinsel kimliği, insan olmayı, sevmeyi bile sonradan öğreniyor. Hatta doğru dürüst konuşmaya bile rehabilitasyon merkezinde on yıl geçirdikten sonra başlıyor. Eğer bu çocuk bir yaşındayken kaybolsa ya ölecek ya da düzelemeyecek bir hale gelecekti. Bu vaka bize, ahlakın ve insaniyetin öğrenilebilirliğini gösteriyor.
“Bilim, Doğu bilgeliğini tekrar keşfetti”
Nörobilim, birçok felsefî teoriyi alt üst etti. Bu da yeni bir kapı açtı ve neticede Descartes sorgulandı. Bilim, hakikati arama çabası olduğu için Doğu bilgeliğini tekrar keşfetti. İyi ki de bunu yaptı. 2006 yılında yayınlanan Duyguların Psikolojisi Kitabımda, -beraber çalışmamızdı- sağ beyin, sol beyin, ön beyin, olumlu ve olumsuz duygularla ilgili konuları ele aldım. Duyguların Psikolojisi Kitabı, bu anlamda öncü ve önemli bir kitap oldu. Hatta yayınlandığı dönemde, duyguları böylesine analiz eden bir kitabın benzeri Amerika’da bile yoktu. Belki şimdilerde böyle bir çalışma yayınlanmıştır.
“Yunus Emre Anadolu bilgeliğinin damarlarından birisidir”
Buradan Yunus Emre’ye dönersek, Yunus da Mevlana gibi, Şeyh Edebali gibi Osmanlı’yı kuran Anadolu bilgeliğinin damarlardan birisidir… Tohumları bu kişiler ekmiş, insan yetiştirmişlerdir. Neden Osmanlı Filistin’de ya da Arabistan çöllerinde çıkmadı da, Anadolu’da ortaya çıktı? Çünkü Anadolu bir kardeşlik kültürü üretmiştir ki, içinde Mevlana var, Ahî Evran var. Bu kültür sayesinde Oğuz Beyleri Selçuklunun yaptığı hatayı yapmadılar. Selçuklu’da Melikşah öldükten sonra oğullar arasında mücadele başladı. Tapar ve bir kardeşi Azerî taraflarında, diğer bir kardeş, başka bir tarafta devlet kurarken; Haçlılar Kudüs’e girdiler. Kudüs, doksan sene Haçlıların hâkimiyetinde kaldı. Bütün bu olumsuz tecrübeleri gören Osmanlı, kendi çocuğunu feda etmiş ama halkı aile kavgasına dâhil etmemiştir. Osmanlı’nın bu fedakârlığı çok saygıdeğerdir. Timur yenilgisinden de bir ders çıkarmışlardır. Mesela, Mehmet Çelebi, -ki benim de memleketim olan- Merzifon’da, Medrese Camii’ni yaptırmıştır ve kendi adına bir vakfı vardır. Soyağacım da görülecektir; dedelerimin de orada hocalık yaptığı ortaya çıkmıştır. O, Osmanlı’nın ikinci kuruluşudur. Bundan sonra dört yüz, beş yüz sene Osmanlılar etkin olmuş, Pax Osmanica’yı gerçekleşmiş, küresel bir Osmanlı barışı sağlanmıştır. O zamanlar Avrupa’da kargaşa hâkimdi. Şimdi ise Pax Europa dönemini yaşıyoruz.
Osmanlı’nın anneleri Yunus Emre, Mevlana, Ahî Evran, Şeyh Edebali…
O halde Yunus Emre’yi incelemeniz, mesajını böyle bir çalışma ile değerlendirmenizde Yunus’un yaşadığı dönemin, etkide bulunduğu “iklim kuşağı”nın bugünkü yaşantıyla benzerlikleri etkili oldu mu?
Çok doğru… Yunus’un dönemi, fetret devridir. Az önce de ifade ettim; Yunus Emre, Mevlana, Ahî Evran, Şeyh Edebali, Osmanlı’nın kuruluşuna gebelik yapmışlardır. Doğan Osmanlı çocuğunun annesi onlardır. Fakat biz şu an da aramızdan o devirdeki gibi bir Yunus çıksın diye beklemeyelim. Biz Yunus’un zamanına gidip, onun gibi kapı kapı dolaşmayalım yahut da Mevlana’nın ritüellerini, pratiklerini, derviş dansını yapmayalım ama Mevlana’yı Mevlana yapan temel fikirleri, Yunus’un temel fikirlerini bugüne getirelim, onlara bugünün elbisesini giydirelim. Ama içindeki insan Yunus olsun, Mevlana olsun...
Oysa kimileri İslam geleneğini, yemeği elle yemekte, Yunus gibi Mevlana gibi giyinmekte arıyorlar. Böyle bir şekilsel Müslümanlığa, “Gardrop Müslümanlığı”na gerek yok. Nasıl bu devrin arabasını kullanıyor, kumaşlarını giyiniyorsak, Müslümanlığı da özüyle yaşayalım. “Öz Müslümanlık”la kastettiğim, ahlakın, sevginin, şefkatin, merhametin hâkim olduğu Müslümanlıktır. O da Anadolu bilgeliğidir.
“Yunus Emre her tarafa dokunmuş”
Yunus Terapi Kitabında, ideal ile hayal gücünün öneminden bahsederken, Yunus’un bunlar arasında bir denge kurduğunun altını çiziyorsunuz. Bu yönüyle Yunus Emre, zihnimizdeki genel geçer derviş modeline ne tür eklemelerde bulunmuştur?
Yunus’un diğer mutasavvıflardan farkı, Yunus’ta dervişlikle birlikte aynı zamanda Orta Asya’dan gelen bir hiperaktivite var. Yerinde duramayan bir yapıda… Anadolu’nun birçok yerinde, Karaman’da, Malatya’da, Eskişehir’de, Azerbaycan’da makamının olması da bunu gösteriyor. Çok gezmiş. Her tarafa dokunmuş. Seksen yaşlarındayken, nasihatlerini içeren Risale-i Nusuhiye’yi yazdıktan sonra, Kütahya taraflarında bir yere gidiyor ve orada dağda karşılaştığı bir çoban, Yunus olduğunu bilmeden ona kendisinin şiirlerini okuyor. Bunun üzerine Yunus diyor ki, “ben vazife yaptım!” Bu, bize Yunus’un vizyonunu gösterir. Biz, vizyon ile misyon farkını ayırt edemiyoruz. Vizyon, bir insanın olabileceği en üst şey iken misyon, yapabileceği şeyin en üst sınırıdır. İnsan öncelikle vizyon sahibi olur; bu, ego idealidir. Bu hedefe giderken neler yapabileceğini misyonu belirler. O sebeple büyük, stratejik hedef olmadan misyon olmaz.
Bazı insanlarda hayal gücü kuvvetlidir; bu güzel bir şey… Hayal gücü kuvvetli olan insanlar hayal kurarlar, ama akıllı insanlar hayallerini amaca yönelik kurarlar. Çocuklar, şizofrenler veya hayalleriyle ego tatmini yapan hayalperestler, gerçeklerden kopuk hayaller kurarlar. Oysa idealist olanların hedefleri vardır: Tıpkı Newton’un hayalciliği gibi… Newton, yaşadığı dönemde meydana gelen veba salgını sebebiyle, Cambridge’de iki sene kütüphaneden çıkamamış, fizik, kimya, matematik kitapları masasında olduğu halde doğadaki aşağıya doğru hareketin sebebini düşünmüştür. Bunu düşünürken, elma ağacından bir elma düşmüş ve Newton ikisi arasındaki akılsal bağlantıyı kurmuştur. Elma her zaman düşer ama o kişinin Newton’un kurduğu bağlantıyı kurması için öncesinde zihinsel çile, zihinsel itiraz, zihinsel isyan gerekir. Hayal kuran insanlar, bunu yapabilirler.
“Yunus Emre eserlerinde EMDR tedavisinin yöntemine benzer bir yol izlemiştir”
Hocam Kitapta, travma tedavisi ile ilgili önemli bir bölüm var. Yunus Emre’nin eserleriyle EMDR tedavisinin yöntemine benzer bir yol izlediğini, toplumsal rehabilitasyona katkıda bulunduğunu söylüyorsunuz. Yunus’un bugün anladığımız mânâda modern psikoloji eğitimi yoktu. Bunu nasıl yaptı?
Yunus Emre eserlerinde kötü duygularla savaşan ordunun komutanı olarak akla işaret ediyor. İnsanların mutlaka kötü huylarının zararlarıyla karşı karşıya kaldığını ifade ediyor. “İnsan bundan kurtulmak için cana başvurur” diyor. “Can insanı akıl sultanına gönderir. Bu aşamada akıl, açgözlülük gibi duyguların karşısına kanaat askerlerini çıkarır. Yapılan savaşta tamah yenilgiye uğrar ve insan kötü huyuyla mücadelede sonuçta olgunlaşır” diyerek, bir savaş metaforunu kullanıyor. Yunus, Risale-i Nusuhiye’de Orta Asya’dan gelen bir anlayışla insanı oluşturan unsurlardan bahsederek, bunların “toprak, hava, su, ateş” olduğunu söylemiştir. Yunus’a göre toprak, sabır, tevekkül ve yüceliği; su, temizlik, cömertlik ve iyiliği gösterir; hava, yalan, ikiyüzlülük ve aceleciliği; ateş, kibir, şehvet, açgözlülük ve çekememezliği işaret eder. Yunus bunları anlatırken içimizde ikiyüzlülük, acelecilik, kibir ve şehvetin savaşı olduğunu ifade etmiş, bu sayede duyguları sembolize etmiş, olumsuz duygularla sabır, tevekkül, yücelik, cömertlik ve iyilik yardımıyla mücadele edilebileceğini bize hatırlatmıştır.
“Yunus, aklın rehberliğinden vazgeçmemiştir”
Yunus’un derviş olduğunu söylüyoruz ama ne o ne de Mevlana, aklın rehberliğinden vazgeçmemişlerdir. Sadece Batınîler kalbi, hakikate götüren yol olarak görürler. Akıllarını şeyhlerinin cebine koyarak “masum imam” anlayışını benimsemek, Ortadoğu kültürüdür. Bu kültür Ortadoğu da maalesef hala geçerli... Mesela, İşid’i besleyen bu kültürdür. Liderlerini kutsallaştırıp, “yeryüzü tanrısı” haline getirerek, İslam adına şehid olduklarını zannetseler de, esasında telef oluyorlar. Bunu, İslam adına yapıyorlar. Oysa Mevlana ve Yunus, akıl ile kalbi birleştirmiştir.
Çocukluk çağı travmaları, Yunus’un emdr yöntemini şiirlerinde nasıl kullandığına dair iyi bir örnek teşkil edebilir. Bize otuz yaş civarında müracaat eden bir hastamız vardı. Bu kişi çocukken, alzheimer olan babaannesinin büyük abdestini kendisine sürmesi sonucunda travma yaşamıştı. Tedavi için başvurduğunda, yaklaşık on senedir her şeyi gaita zannediyordu. Gördüğü bir kişinin elini yıkayıp yıkamadığını sorguluyor, herhangi bir şeye dışkı bulaştı mı, diye inceliyordu. Araştırmamızın sonucunda, on yaşındayken yaşadığı travmanın, sonrasında şekilde değiştirerek takıntıya, obsessif kompulsif bozukluğa dönüştüğünü tespit ettik. Maddî temizlik ihtiyacı, manevî temizlik ihtiyacına dönüşmüştü. Bu ve benzer vakaların tedavisinde uygulanan emdr ile ses, göz ve dokunma hareketleri sayesinde, sağ ve sol beynin kullanmadığı network harekete geçirilir. Bunun sonucunda kişi, eski travmasını yeniden hatırlar, tekrar tanımlanır, mantıksal çerçeveye oturur ve çözülmemiş travma çözülmüş hale gelir.
Peki Yunus bunu nasıl yaptı? Yunus, insanlara duygu ifadesi öğretmiştir. Şiir, duyguları ifade etmenin en güzel araçlarındandır. Yunus’da, Mevlana’da, Anadolu’nun perişan halini, kötüye gidişi görmüşler, bunu dert etmişlerdi. Hazreti Peygamberin insanların sürü sürü insanların Allah’a isyan eden davranışlarını görüp de ağladıkları gibi… Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Onlar da dünyaya, maddeye yönelmiş kalpleri manaya, Allah’a iletmekle vazifelidir. Yunus da, kaos ve öfke içindeki mutsuz, birbiriyle savaşan insanların içerisindeki güzelliği keşfediyor ve şiirleriyle onlar adına ifade ediyor. Şiirlerini okuyan kişiler rahatlıyorlar. Bu sayede ümit duyguları canlanıyor. Dolayısıyla Mevlana ve Yunus, Emdr de kullandığımız yöntemleri yüzyıllar öncesinde kullanarak, sosyal yaralarımızı tedavi etmişlerdir.
“Yunus, duygu ifadesinin üstadıdır”
Bu, bir anlamda duygusal okuryazarlıktır, diyebilir miyiz?
Yunus’ta duygusal okuryazarlıktan ziyade, duygusal ustalık olduğunu gözlemliyoruz. Yunus, duygu ifadesinin üstadıdır. Tasavvuf kültüründe insanın sevgi cömerti olması beklenir. Güneş gibi… Güneş nasıl cömert bir biçimde ışığını dağıtıyorsa, insanın da sevgisini öylece vermesi beklenir. Güneş, ışığını isteyene de istemeyene de sunuyor herkes ondan mizacına göre faydalanıyor. Tohumlar alıyor, çiçek oluyor; gübre yığını alıyor, koku neşrediyor. Sevgiyi de biz sunalım, hakkı olan alsın. Bir çiftçi nasıl toprağa darı, buğday atar ve bunun birisi kuşların, birisi karıncaların, diğeri toprağın olursa bizim de sevgimizi hak edenler çıkar ve o hak edenler bir müddet sonra yeni ağaçlar ve tohumlar olurlar. Yunus, sevgi cömertiydi. Taşı, toprağı; her şeyi seviyordu. Yunus’da, Mevlana’dan farklı olarak cihat ruhu vardır. Cihat ruhu olduğu için Tapduk Emre’ye küsüyor, itiraz ediyor, sonra haklı olduğunu gördüğünde geri dönüyordu. Geri geldiğinde, Tapduk Emre’nin “Bizim Yunus” demesinden anlıyoruz ki, Yunus’u gönlünden çıkarmamış. Orada ona üstatlık yapmıştır. Tapduk Emre olmadan Yunus olmazdı zaten… Tapduk Emre ne yapmış peki? Yunus’a ayna olmuştur. Mevlana’ya da Şems-i Tebrizî ayna olmuştur. Mevlana bir arayış içerisinde fakat muhatap bulamıyor. Ama Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca, Şems’e bir şey söylediğinde, ondan on hakikat çıkıyor. Onunla halvete bir odaya girdiklerinde, Mevlana’nın içinde iç keşifler başlıyor. Ama bazıları Mevlana’yı anlatan aşk ile ilgili kitaplar yazıyorlar ve –haşa- Mevlana’ya iftiralar atıyorlar. Hâlbuki insanın fikri neyse zikri de o oluyor. Bunu söyleyenlerin aşktan anladığı, erotizmdir… Oysa Mevlana ve Yunus için aşk, dünyaya bağlı olan kalpleri Allah’a bağlamaktır. Bizler, dünyada misafiriz. Burada bir yolcuyuz. Sonsuzdan geldik, sonsuza gidiyoruz. Dünya, bir parantezdir. Ruhumuzu olgunlaştırıp geliştirmek için varız. Yunus bu sayede kadim kültümüzü harekete geçirmiştir.
“Allah’ın istediği ilahî hedef, bir insanın ömrünü sermaye gibi görmesidir”
Yunus Emre’nin şiirlerinde ölüm korkusuyla yüzleşmeyi kolaylaştıran felsefenin ipuçlarını bulabilir miyiz?
Mevlana, “dünya, mal, mülk elinde olsun; gönlünde olmasın” diyor. Yunus da aynı şeyi söylüyor. Allah’ın istediği ilahî hedef, bir insanın ömrü sermaye gibi görmesidir. Sermaye, bir kaynaktır. Sermayenin yönetim, kaynak yönetimi ile olur. Kaynak yönetiminde girdi-çıktı kontrolü ve havuzu büyütmek vardır. Havuzdaki birikimi artırırsın. Dünyadaki kaynak yönetiminde de hedef, ömrü verimli şekilde kullanmaktır. Ölüm, hiç kimsenin itiraz etmediği, reddetmediği ortak bir sondur. Ortak sondan sonrasına yatırım yapmak, çıktı kontrolüdür. Akıllı insan, ölümden sonrasına açıklama getirir ve ölümden sonrasıyla ilgili olarak uzun vadeli yatırım yapar, heybesini doldurmaya bakar. Birinci plandaki hedefi bu olur. İkinci yatırım önceliği, ailesine, dost ve yakınlarına zaman ayırır ki, huzurlu bir hayatım olsun ister. Üçüncü olarak dünyaya, mal ve mülke yatırım yapar. Biz bu sıralamayı bozduk; dünya birinci plana geçti hatta aile bile ikinci, üçüncü planda kaldı. İlahî hedef en son da… Bir insan bu şekilde mutlu olamaz; kaçınılmaz bir ölüm gerçeği var. Hasan Basri Hazretleri, “ölüm ve hastalık olmasa, insanlar kibirden başını kaldırmazlardı” diyor. Musibetler, insanı Allah’a yaklaştırmaya vesile olmalı. Hz. Ali’ye, “yaşadıklarımız ceza mıdır yoksa mükafat mı dediklerinde” şöyle cevap veriyor: “Eğer Allah’a yaklaştırıyorsa mükâfattır, uzaklaştırıyorsa cezadır” diyor. Ölçü budur. Mevlana ve Yunus’ta bu ölçü var.
“Yunus, şiirlerle duyguları harekete geçirip, travma tedavisi yapmıştır”
Kitapta Yunus Emre’nin Sarı Çiçek şiirine yer veriyor, bunu âlemdeki eşitlik ilkesiyle yorumluyorsunuz. İlahi olarak da bildiğimiz, dinlediğimi bu şiiri yüzyıllar öncesinden narsisizme bir gönderme olarak okuyabilir miyiz? Haz çağında, “derdim bana derman imiş” diyebilir miyiz?
Narkissos, Yunan mitolojisinde sarı nergis çiçeğini ifade eder. Freud, narsisizmi, mitolojideki Narkissos’a benzetir. Narsisizm, bencilliğin kişilik haline gelmiş biçimidir. Bencillik bir davranıştır ama narsisizm, kişilik türüdür. Bir noktadan sonra da kişilik bozukluğu, patoloji haline geliyor. Hepimizin içinde narsisist, kötü bir parça bulunuyor. En narsisist varlık, çocuktur. Freud çocuk için “primer narsisist” der. Ama şizofren, sekonder narsisist oluyor. İçine kapanıyor ve kendisine hayran birisi haline geliyor. Feurd’un bu tanımına ilaveten bir de primer narsisizmden hiç çıkmayan bazı insanlar var ki, bu insanlarda narsisistik kişilik bozukluğu görülüyor. Modernite, narsisizme hizmet ediyor bu kişilik tipini besliyor. Bu durumun zihinsel temelleri şöyle oluştu: Freud “insanın içindeki yaratıcı faaliyeti ortaya çıkaran şey, hedonist tatmindir. İnsanın içindeki yaratıcı faaliyet, hazları tatmin ettikçe ortaya çıkar” dedi. Bunu belki, kendine baskılayan, depresif hastalar için söyledi fakat sonra bu bakış genelleştirildi. Küresel yaşam felsefesine etki eden bir diğer önemli isim de, Alfred Adler’dir. Adler kitabında, “insanın içindeki yaratıcı faaliyeti ortaya çıkaracak şey, üstünlük peşinde, kendi üstünlüğünün peşinde koşmaktır” diyor. Bu da narsisizmi besliyor. Psikiyatrist Sartre, Nietzsche, Kierkegaard gibi varoluşçu felsefe ekolüne mensup pek çok düşünür, insanın gelişmesine vesile olacak duyguların, özgürlük ve bencillik duygusu olduğunu ifade ediyorlar. Bu çağ, bu sebeple “özgürlük çağı” olarak adlandırılıyor. Evet, insanın özgürlük talebi daima olmuştur. Bu talep, tarihte de vardı. Ama bu duyguyu bencillikle birleştirdiler. Özellikle şimdilerde yaşadığımız covid-19 pandemisiyle birlikte, Amerikalıların “selfish” dedikleri yalnız kendini düşünme, kendisi hakkında endişe sahibi olma, hodgâm olmaktan bahsediliyor. Bunun karşılığında bizim kültürümüzde diğerkâmlık, başkaları için kaygı hissetme yani empati var. Simon Baron-Cohen “Kötülüğün Anatomisi” Kitabında, bütün kötülükleri empati yoksunluğuna bağlıyor. Empati yoksunluğu olan kişilik tipleri, narsisistik ve antisosyal kişiliklerdir. Narsisist insanlar, “teflon” kişiliklerdir. Kendisi yanmaz ama içine aldığı her şeyi yakar. Bu çağ, teflon adamlar çağı oldu.
Tekrar Yunus’a dönersek, Sarı Çiçek’i Yunan mitolojisinde ele alındığı biçimden farklı yorumluyorum. Yunus Emre dağa gitmiş ve nergis çiçeği ile konuşmuş. Sarı Çiçek şiiri, nergis çiçeği ile konuşmasıdır. Yunus, şiirlerle duyguları harekete geçirip, travma tedavisi yapmış, bu sayede halk psikoloğu gibi çalışmıştır.
“Bu zamanın tesirli metodolojisi, bilimsel sağlamlıktır, kanıta dayalı olmaktır”
Yunus’u bahsettiğiniz bütün bu yönleriyle dünyaya anlatmanın bir yolu var mı? Özellikle hâkim tıp literatürü, böyle bir bakışa açık mıdır?
Kesinlikle… Victor Hugo, “en güçlü fikir, zamanı gelen fikirdir” diyor. Yunus ve Mevlana’ların yeniden keşfedilmesinin zamanı geldi. Ama bunu bilimsel sağlamlıkla anlatmalıyız. Bu zamanın tesirli metodolojisi, bilimsel sağlamlıktır, kanıta dayalı olmaktır. Fikrine güvenen insan kanıttan, laboratuvardan korkmaz. O sebeple ben “inanç” derken, “rasyonel inanç” diyorum. Bunu söylediğimde itiraz ediyor, “Nasıl olur? Akıl ve inanç ayrı şeyler” diyorlar. Hayır; ikisi birdir. Rasyonel olan tek inanç, tevhid inancıdır. Tevhid inancı dışındaki hiçbir inanç rasyonel değildir. Bu kanaate, 2010’larda kuantum fiziğini inceledikten, İnanç Psikolojisi Kitabını yazdıktan sonra vardım. Kuantum fiziği teorisinden sonra bütün bilimler yeniden yazılıyor. Bilgelik, yeniden yazılıyor. Çünkü kuantum fiziğine göre insan bilge olmak zorunda… Bilgelik, insanlığın geleceği ve mutluluğu için 21. yüzyılın becerisi olmak zorundadır. Akıl ve bilim bize şu an da bunu söylüyor. Tevhid inancı, akla en yakın inançtır. Biz insan olarak yaratılmadan önce bir sözleşme imzaladık. Bunu unuttuk. Bu, “Elestu bi Rabbikum” sözleşmesidir. Allah Elest Bezminde, yarattığı kullara “Siz benim kullarım değil misiniz?” diye soruyor ve “Kâlû Belâ”, “Evet sen bizim Rabbimizsin” cevabını alıyor. İnsan ruhu farklı yaratılmıştır. Allah’a kafa tutma özelliği vardır. İçinde nefis var. “Elestu bi Rabbikum” Ayetinin devamında, şahitlik meselesi geçer. Bu şahitliğin anlamı, insanların birbirlerini yoldan çıkarmamaya şahit olmaları gerektiğidir. İnsan fıtratı, Allah’ı bulmaya yöneliktir. O sebeple, şimdilerde, “inanç geni mi var?” diye araştırılıyor. Her şeye hâkim olan ve kişiliğimizin sınırları kaybolduğunda, sorularımıza cevap bulduğumuzda, bütün isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız karşılandığında hissettiğimiz bir duygu var. Budist dervişler bu duyguyu yakaladıkları zaman beyinlerinde mutluluk hormonu ortaya çıkıyor. Yunus Emre de o duyguyu ve yakalamış ve devamlı yaşar hale gelmiş. Eğer biz de bu duyguyu yakalayabilirsek, dünya, cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüşür. Yunus şiirlerinde, “kalbini Rabbine aç ve yaratılış sözleşmeni hatırla” diyor. Hz. İbrahim aramış ve bulmuş. İnsan da “ben dünyada neden varım diye sormalı” ve bulmalı. Yunus, Mevlana bulduysa; biz de bulabiliriz. Birinin yaptığı şeyi, herkes yapar. Kalbimizi yöneltelim, Allah bize yardımcılarını gönderir inşallah…
Okunma : 3279
ÜHA