Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Sevilay Acar’ın kaleme aldığı Postiga Yayınlarından çıkan “Babalardan Babalara” isimli kitabında babası, çocukluğu ve hayatına dair önemli paylaşımlarda bulunuyor. Babalık psikolojisinden kadın ve erkek ilişkine dair de Tarhan’ın değerlendirmeleri de dikkat çekici.
Sevilay Acar’ın röportajlardan oluşan kitabında Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile gerçekleştirilen röportajın tam metni:
Erkek – Kadın ve İlişkiler:
“O beni tanıyor. Ya ben?.. Kendimi tanıyor muyum?”
Bir ilişkide sağlıklı bir iletişim kurabilmek için öncelikle insanın kendini tanıyor olması gerekiyor. Mevlana “Kendinden kendine sefer eyle” diye anlatır, kendini tanımanın önemini. İnsanın kendine sefer eylemeyi öğrenmesi de insanın belki de ömrünün sonuna kadar süren bir yolculuk. İnsan değişebilen bir varlık. Değişim yolculuğu farkındalık ve istemek ile başlıyor. Belki siz de bu sözü çok sık kullananlardansınız; “Ne yaparsam yapayım eşimi değiştiremedim!..” Evli çiftlerin en çok yakındığı konulardan biridir değiştirememek. Saçını eşi ve çocukları için süpürge eden kadınlar, ne yaparsa yapsın eşini mutlu edemeyen adamlar, hayat boyu aynı sorunun içinde dolaşmaya, değişim için o sihirli değneği aramaya devam edecekler. Böyle bilmiş bilmiş konuştuğuma bakmayın. Ben de işin duayenleriyle konuşmaya başladığımda anladım; doğru bir adreste, yanlış bir iz üstünde olduğumuzu. Bir arama yapılacaksa, karşı tarafa doğru tuttuğumuz feneri, yüzümüze çevirmemiz, aramaya önce evimizden yani iç dünyamızdan başlamamız gerektiğini. Çünkü kendimizi keşfettiğimiz yerde değişim başlıyor. Hani bazen “adamın kafasına taş mı düştü, birden bire değişti…” diyerek karşımızdaki kişinin değişimine şaşkınlıkla bakakalırız ya, acaba değişen biz olabilir miyiz? Belki de her şey bizim değişimimizle değişiyor, ne dersiniz olamaz mı?
“İnsan en çok sevdiğiyle tanır kendini”
Mutasavvıf Yazar Cemalnur Sargut’un ‘Aşka Yolculuk’ adlı kitabında okuduğum ve itiraf edeyim biraz zor olsa da kabullenmek durumunda kaldığım bir gerçek vardı. “Kendimizin bilmediği bir ayıbı, karşımızda göremeyiz. Aslında onlar biziz.” diyordu Cemalnur Sargut kitabında. Evlilikleri düşündüm. İnsan en çok sevdiğiyle tanır kendini. Sevdiklerimiz en çıplak halimizi görenler, kimseyle paylaşmadıklarımızı bilenler, yani başkalarından daha çok tanıdığı için bizi sevenler değil mi? Sevdiğimizde neler yapabileceğimizi ya da neleri istesek de yapamadığımıza ayna tutanlar değil mi? Bir kişi iken, “biz” olmayı yaşadığımız, can dostumuz aynı zamanda bizi gösteren bir ruh aynası misali. Eşinize en çok kızdığınız ya da kırıldığınız o anları hatırlayın. Belki de size yansıyan, yine sizdiniz ya da sizi siz yapan anneniz babanız. Değişim için yolda ve gönüllü olmak gerekiyor elbette. Değişim için yola çıkmak, bilmek ve bulmak. “Her insanın bir tek görevi vardır, kendine giden yolu bulmak.” der Hermantes. Belki de iyi bir eş, iyi bir anne-baba olmak için, önce kendi yolumuzu aydınlatmamız gerekiyor. Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile yaptığımız röportaj esnasında kendisinden kadın, erkek ve ilişkiler üzerine o kadar çok şey öğrendim ki, bunu sizlerle paylaşmak için can attım. Bilginin insan hayatında ne kadar aydınlatıcı bir yol olduğunun -hatta bazı yerlere ekspres bir düşünce hızıyla ulaşmanızı sağlayan bir yol olduğunun- altını çizmek isterim. Anlatılanlara bakılırsa aslında küçük bir araştırma ve biraz çalışmayla mutlu olabiliriz. İlişkilerimizde karşı cinsin ruhunu bilmediğimiz için, onun her sözünü, her davranışını kendi kurgu dünyamızda büyütüp kendi filmlerimizi yaratıyoruz sanki. Erkek ve kadının psikolojik ihtiyaçlarından bir liste yaptı Nevzat Tarhan. Bu ihtiyaç listesi, boşa kürek çektiğimizi ve kendi kendimize sorduğumuz, hatta bunu anketlere taşıdığımız erkek ve kadın tartışmalarının ne kadar anlamsız ve komik olduğunu görmemi sağladı. Bu bölümü dikkatle okumanızı öneririm. Çünkü, “özgürlük istiyorum” diye bas bas bağrındığınızda, eşinizin “Nerede senin şefkatin?!” diyerek en yüksek sesiyle size eşlik etmesinin nedenlerini anlayacaksınız. Aslında aynı anda farklı dilleri konuşup, nasıl anlaştığınıza bile şaşırabilirsiniz. Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın gerek kitaplarında, gerek katıldığı programlarda anlattığı gibi, evliliklerde kadın ve erkeğin birbirini tanıyor olması önemli. Kişilikleri farklı iki insan bir araya geliyor ve aynı çatı altında tüm çıplaklıklarıyla yaşama birlikte, ‘biz’ olarak devam etme kararı alıyor. Her iki tarafın da daha önce öğrendikleri var, alışkanlıkları, huyları… Erkek ve kadın birbirine benzemiyor. Biri dağınıksa, diğeri düzenli, biri duygularını ifade edebiliyor, diğeri zorlanıyor, doğal olarak da kadın ve erkek arasındaki beklentiler listesi uzayıp gidiyor. Birbirinden farklı iki insan bir çatı altında buluşuyor. Anne-baba olmuş ya da anne ve baba olmaya karar vermiş okuyucularımız için ilişkiler konusunu konuşmadan edemezdik. Konuya temelden girmek istedik. Çünkü temeli sağlam olan binalar gibi, temeli sağlam evlilikler de her türlü şartta dimdik ayakta kalabilir. Evin en önemli yapı taşlarından biri olan babanın, çocukların hayatında ne kadar büyük ve derin bir önemi olduğunu diğer hocalarımız ayrı ayrı anlattılar. Ve anlatılanlara bakılırsa üzerinde düşünülmesi ve hatta çalışılması gereken bir gerçek var ki; o da evliliklerde eşler arası iletişimin çocukların gelişimine yansıyan bölümü. Kadın ve erkek, bir zamanlar, kız çocuğu ve erkek çocuğuydu. Farklı kültürlerde büyüdüler. Ya da yaşadıkları tıpa tıp aynıydı. Onları geleceğe hazırlayan anne ve babalarıyla büyüdüler. Biri annesine çok benzedi, diğeri babasına. Bugün anne ve babalarımızın olduğu yerdeyiz. Çocuklarınız en çok kime benziyor ya da kime benzesin isterdiniz?.. Bu bölümde, o iki çocuğun; yani siz ve eşinizin, biyolojik ve psikolojik dünyasını anlamak üzere Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile yaptığımız söyleşiyi okuyacaksınız. Birbirinden farklı iki ayrı cins. Birbirlerini anlamadığını düşünen ve bunun için kafası karışık iki ayrı kişilik. Adem ve Havva’nın yani Kadın ve Erkeğin ruh dünyasına temelden girdik. Bakalım bu iki cins size tanıdık gelecek mi? İşte en çıplak haliyle, Kadın ve Erkek...
Kadın ve Erkek
“Çocukluktaki senaryolarımız sabit değildir, dinamiktir.”
Sevilay Acar: Kadın ve erkeğin öncelikleri nelerdir? Kadın ve erkek birbirlerinden ne bekler? Evliliklerde kişiliğin genetik özellikleri değişmiyor diyorsunuz, herkes için geçerli mi, değişebilen insanlar da var mı? Nevzat Tarhan: Kişiliğin genetik özelliği değişmiyor. Yüzde 30-40’ı değişmiyor. Yüzde 60-70’i değişebiliyor. Onu vurgulayalım. Bir insan, ilişkisinde “Benim kişiliğim bu, ben değişmem” derse çatışmaya sebep oluyor. İnsanın çocukluk döneminde, bir kızın babayla, bir erkeğin babayla ilişkisine baktığımızda, babalıktan hareketle gidersek, çocukluğumuzda öğrendiğimiz hayat senaryoları var. Babamızla ilişki biçimimiz, bir iletişim ve sorun çözme stilimiz var. Bunlar öğrendiğimiz hayat senaryoları. Mesela evde bir olay oluyor. Anne ayrı bir tepki veriyor, baba ayrı bir tepki veriyor. Bu senaryo çocuğun beynine yazılıyor. Kişi ergenlikten sonra, yani büyüdükten sonra evleniyor. Baba gidiyor yerine başka bir erkek geliyor. Fakat o kişide, çocukluk döneminde yazdığı hayat senaryoları duruyor olduğu gibi. Aktörler değişiyor. Aktörler değiştiği için hayat senaryoları tıpa tıp aynı olmuyor. O halde o kişinin o hayat senaryolarını yeniden yazması gerekiyor. Düşünce esnekliği olmayan popüler tanımla; inatçı kişiler ya da ben merkezli kişiler, düşünce esnekliği yoksa yeni bir duruma göre kendi kişiliğini koruyarak, başkasıyla olan ilişkiyi severek senaryosunu yeniden yazmıyor ve bu sefer çatışma yaşanıyor.
“Ben buyum değişemem” diyorsanız, evlenmeyin!
S.A.: Yani, çocukluk senaryolarımızı, yaşadığımız döneme ve ilişkilerimize göre değiştirmemiz mi gerekiyor?
N.T.: Çocukluktaki senaryolarımız sabit değil, dinamiktir. Nasıl kışa ve yaza girdiğimizde Dünya’da bir değişim yaşanıyorsa, insan hayatında da mevsimsel değişimler vardır: Erken ergenlik, geç ergenlik, orta yaş gibi. Her döneme göre her ortama göre kıyafetler değiştiği gibi özümüzü koruyarak birçok iletişim biçimimizi değiştirmemiz lazım. Senaryoları yeni duruma göre yeniden yazmamız gerekli. Bunu yapamadığımız için iletişim çatışmaları yaşanıyor ve çatışmanın en büyük sebebi senaryoları değiştirememek. Kadın-erkek ilişkilerinde bu anlamda, ‘çocukluğumda ben annemden böyle gördüm, eşim de böyle olmalı’ diyenlerle evlenmeyin. “Ben buyum değişmem, kocam değişsin” diyorsanız evlenmeyeceksiniz.
“Hem evli olayım, hem özgür olayım, kafama göre yaşayım diyorsanız olmaz.”
S.A.: O halde, ‘evlilik’ aynı zamanda değişime de açık olmak anlamına geliyor...
N.T.: Evet, onun için ben H2O örneğini çok veriyorum. Biliyorsunuz hidrojen ve oksijen atmosferde özgür, istediği gibi dolaşıyor. Bir araya geldiği zaman H2O oluyor, özgürlük gidiyor. Fakat su gibi hayat kaynağı oluyor. Evlilik de böyle bir şey. Artık özgürlüğünüz gidiyor. Artık iki kişilik kararlar vereceksiniz, iki kişilik düşüneceksiniz. Hem evli olayım, hem özgür olayım, kafama göre yaşayayım diyorsanız olmaz. Evliliğin, sorumlulukları da var. Yani böyle düşünürseniz, yeni bir hayat kaynağı, yeni bir mutluluk kaynağı oluşuyor. Evliliğe göre düşünerek alışkanlıklarımızı, davranış kalıplarımızı yeniden düzenlememiz lazım. Bunu yapınca sağlıklı evlilik ortaya çıkıyor. Bu nedenle, kadın-erkek ilişkilerinde; kişinin esnek ilişki kurabilmeyi ve ilişki yönetimi dediğimiz, ikili ilişkileri sağlıklı yönetebilmeyi öğrenmesi lazım. Bu kendiliğinden olmuyor, öğrenilmesi gerekiyor.
S.A.: Bu da kadının ve erkeğin birbirini tanımasıyla, tanımaya çalışmasıyla mümkün görünüyor. Sizin verdiğiniz bir tablo var. Kadın ve erkeğin öncelikli psikolojik ihtiyaçlarını gösteren bu tabloyu okuyucularımızla da paylaşmak istiyorum.
Kadın ve Erkeğin Psikolojik İhtiyaçları
Kadınlarda önceliği olan psikolojik ihtiyaçlar;
- Sevgi ve şefkat ihtiyacı
- İlgi ve destek ihtiyacı
- İstendiğini hissetme ihtiyacı
- Terk edilmeyeceğine inanma ihtiyacı
- Çocuklarını büyütme sorumluluğunu paylaşma ihtiyacı
- Açık iletişim ve danışma ihtiyacı
- Güvenlik ve korunma ihtiyacı
- Takdir edilme ve onay ihtiyacı
- Evde eğlenme ihtiyacı
- Parasal güven ihtiyacı
- Özerklik (bağımsızlık) ihtiyacı
- Kendine güven ihtiyacı
- Cinsel mutluluk ihtiyacı
- İlişkilerde sınır ihtiyacı
- Saygı görme ihtiyacı
- Mücadele ihtiyacı
- Yetilerine inanma ihtiyacı
- Adil davranma ihtiyacı
- Dışarıda eğlenme ihtiyacı
- Parasal özerklik ihtiyacı
S.A.: Sizin verdiğiniz bu sıralamada, kadının psikolojik ihtiyaçlarının başında ilgi ve şefkat gelirken erkeğin psikolojik ihtiyaçlarının ilk maddesi özerklik/bağımsızlıkla başlıyor. Bir tarafta bağımsızlık isteyen erkek, diğer tarafta şefkat bekleyen bir kadın. Psikolojik ihtiyaçlar çok farklı ve dolayısıyla beklentiler de. Çiftler, birbirlerinin psikolojik ihtiyaçlarını bilmiyor olmalılar öyleyse… Birbirlerinden farklı psikolojik ihtiyaçları olan iki ayrı insan. Farklı ihtiyaçları olan bu iki insan nasıl uzlaşır?
N.T.: Burada kadın erkek ilişkisi, kadın-erkek-çocuk yani aile olarak ele alınmalı, yani ilişki şekli, ‘eşitler ilişkisi’ olmalı. Birisi üstün dominant, diğerleri ona tabi oluyor tarzında bir ilişki olursa bu ilişki sağlıklı yürümüyor. Karşıdaki kendini değersiz görüyor. Çocuklarla ilgili Hz. Ali’nin bir sözü var. “7 yaşına kadar çocuğunuzla oynayın, 15 yaşına kadar arkadaş olun, 15 yaşından sonra da onunla istişare edin” diyor. İstişare ancak eşitler ilişkisinde olur. Çocuk ruh sağlığının temelidir. Hatta çocukla konuşurken ayakta konuşmayın gözleri eşit ilişkiye getirip öyle konuşun. Çocuk kendine değer verildiğini, önem verildiğini hisseder. Çocuk da bir erişkin kadar olgun değildir ama anne-baba “ben ondan daha değerliyim” duygusunda olmamalı. O da değerli. Onun bilgisi daha az, onun bilgisi daha çok, ama değer olarak aynı, bu unutulmamalı. Çocuğumuzu, değersiz, farklı bir fikri olamaz, kendi kimliği kişiliği olamaz diye düşündüğümüz zaman, sağlıklı iletişim kurulamıyor.
“Gençliğin en büyük sorunu adam yerine konulmamaktır.”
S.A.: Genelde anne babaların davranışları sizin söylediğinizin tam tersi oluyor. Anne-baba çocuklarına çoğu zaman “benim istediğimi yapmalısın” mesajı verebiliyor.
N.T.: Tabii, “ben annenim dediğimi yapacaksın!” diyor. Böyle olunca, çocuk kendi mutluluğunu başka alanda arıyor. Ona ilgi gösterenin etkisinde kalıyor. Çetelere giriyor. Çünkü orada kendisine değer veriliyor. Bu nedenle ergenliğin en büyük sorunu adam yerine konulmamaktır.
S.A.: Ergenlik dönemi deyip geçmemek gerekiyor o halde. Prof. Dr. Özcan Köknel ile yaptığımız söyleşide ergenlik dönemi sorunlarını da konuştuk. Gençlik dönemine geçiş, birçok anne-babanın sorunu. Bu dönemde en önemli adımlardan biri; ergen ile konuşmak ve onu anlamaya çalışmak gibi görünüyor. Ailesinden ilgi göremeyen genç, sizin de dediğiniz gibi soluğu ona ilgi gösterende alıyor. Ve her zaman ilgi gösteren, iyi bir duyguya hizmet etmiyor. Haberlere baktığımızda, gencecik beyinlerin her anlamda uyuşturulduğunu, alkol-uyuşturucu bağımlılığına teşvik edildiğini görebiliyoruz.
N.T.: Tabii, ego doyumlarını başka yöne yöneltiyorlar. Evde kendini mutlu hissetmiyor. Yani çocuğun aileye aidiyet duygusu zayıflıyor. Aileye aidiyet duygusunu hissetmesi için ait olduğunu hissetmesi lazım. Onun için bu durumu ‘Sev, Paylaş, Değer ver’ diye slogan haline getirdik. Çocuk sevildiği, değer gördüğü bir ortamdaysa, uyuşturucuya ya da başka bir şeye yönelmesi çok zor. Sözde de kalmayacak, bunu gerçekten yapacaksın. Sevip değer verip paylaşacaksın.
S.A.: Ailede yaşanan çatışmalar, karı-koca arasında geçen tartışmalar ve mutsuzluk çatışmalara neden oluyorsa, bu slogan anne ve baba, yani karı-koca için de uygulanmalı ve önemsenmeli öyleyse. Siz evliliklerde kişiliklerin değil, beklentilerin önemli olduğunu vurgularsınız hep. Oysa biz huyu huyumuza, suyu suyumuza uygun insanlar ararız. Eş ruhum ifadesini, eş beklentilerimiz olan diye değiştirmemiz mi gerekiyor? Evlilikte kadın ve erkek daha çok nasıl beklentiler içinde oluyorlar?
N.T.: Beklentiler isteklerle ilgilidir. Susuz bir insana su içirmek istiyorsanız önce o insanı susatmanız lazım. Susarsa sizin onu “su iç” diye zorlamanıza gerek yok. Su içme beklentisi oluşturmanız lazım. Su içme beklentisi varsa su içer. İnsan ilişkilerinde de öyle. Bir insanda istek uyanırsa ihtiyaç oluyor. “Şunu yapmak istiyorum” deyince bir ihtiyaç var anlamına geliyor. “O zaman bir araba lazım.” “Buraya gitmen lazım, şunu yapman lazım.” Onun üzerine beklenti oluşuyor. Bir insanın nasıl ego ideali varsa ailenin de ortak bir kimliği var. O kimliğin bir ideali var. Mesela ailede soyut hedefler var mı? İyi insan olmak, dürüst olmak, çalışkan olmak, sözünde durmak, insanlara yardım etmek, insanları sevmek gibi değerler, yani insani değerler var mı ailede? Bunlar aile değerleri. Bir ailede bunlar beklentiler halinde varsa, o ailede anlaşma/iletişim uyumlu oluyor. Aile; farklı karakterdeki insanların, benzer hareket şekliyle, aynı amaç için çalışmasıdır. Onun için yönetim; ortak bir amaç için benzer bir hareket tarzı oluşturacak, farklı kişileri bir araya getirmek. Herkes aynı kişilik olsun dersek, bu görüş doğaya aykırı, yaratılışta 12 ana kişilik tipi var. Genetik olarak kodlandığı öngörülen 12 kişilik tipine mensupsa -2 kişilik tipi olsa bile- beklentiler farklıysa kişilik çatışması yine yaşanır.
S.A.: Beklentilerin mutlaka birbirine uyması gerekiyor diyorsunuz...
N.T.: Önce hedeflerin ortak olması gerekiyor. Hedefler ortak ise; ortak beklentide buluşuluyor. Ama hedefler ortak değilse ailede beklentiler farklı alana yönelebiliyor. Bazı insanları istekleri yönettiğinden isteklerine göre, bazı insanlar da hedeflerine göre yaşar. Hedefleri ortak olan insanlar, kişilikleri farklı olsa bile ortak ilgi alanları ve ortak beklenti oluşturup mutlu olmayı başarabiliyorlar. Bir işyerini düşünelim mesela, beklentiler aynı olmasaydı herkesin patronun kişiliğinde olması gerekirdi. Farklılıklar, aslında farklı bakışlara, farklı fikirlere, farklı seçeneklere sebep oluyor. Bu nedenle farklılık faydalı. Ailede çocukların farklı öğrenme modelleri oluyor. Bir çiftin beş çocuğu varsa beşinin öğrenme modeli farklı olabiliyor. Bunun için çocuklara göre yeni yöntemler geliştirmek gerekiyor. Kiminin sosyal zekası yüksek oluyor, kiminin duygusal zekası, kiminin müziksel zekası. Ve bu bir öğrenme yöntemi olarak ortaya çıkıyor. Yani müziksel unsurlar kullanarak ders çalışan birinin illa müzisyen olması gerekmiyor ki, müzik dinleyerek daha iyi ders öğreniyordur. “Bu evde sadece bu müzik dinlenecek” diyorsanız, böyle bir durumda kişiler mutluluğu başka yerde arar. Onun için kadın-erkek ilişkilerinde ve ailede hep demokratik işleyiş önemli.
Bedirnaz Halam ve Ali Rıza Eniştem
Sohbetin bu bölümüne geçmeden önce size bir evlilik hikayesi anlatmak istiyorum. Tam 60 yıl mutlulukla süren bir evlilik hikayesi… Bu hikayenin kahramanlarından birisi elbette bir erkek, ama bu hikayeye bir başrol vermek gerekirse, başrolde o yer alır; Bedoş halam. 13 yaşında küçük bir kız çocuğuyken evlenmiş. Daha doğrusu ona sormamışlar, ‘evleniyorsun’ demişler ve evleneceği adamı gösterip, ‘bu da senin eşin olacak’ denmiş. Daha sokakta oyun çocuğuyken, birden bire evli bir kadın olarak buluvermiş kendini. Elbette eşini sevmiş, hatta bu sevgi, bir alışkanlığın, mecburiyetin getirdiği bir sevgi olmamış. İkisi de birbirini tanıdıkça, birbirlerine âşık olmuşlar. Sarıkamış’ın bir köyünde geçmiş evlilik hikayelerinin bir bölümü. Eniştem anlayışlı bir adammış, kendisinden 10 yaş küçük olan halamı beklemiş. Daha doğrusu birlikte büyümüşler. Büyüdükten sonra da çocuklarını büyütmeye karar vermişler. Biri kız, üçü erkek dört çocukları olmuş. Halam, o kadar neşeli ve hümanist bir kadındır ki, sadece eşinin değil, çoluk çocuk birçok insanın da gönlünü fethederek adeta hepimize örnek olmuştur. Bugüne dek, kişisel gelişim ve ilişkiler üzerine yazılmış o kadar çok kitap okuduğum halde -evet hepsi ayrı bir bilgiyle dolmamı, farklı pencerelerden bakmamı sağladı- yanı başımda duran ve özenle baktığım halamdan öğrendiğim bilgileri unutamıyorum. Hani evlenirken insanlar “iyi günde, kötü günde, ölüm bizi ayırana dek” sözüyle bağlanır ya birbirine, işte bu sözün ilham kaynağı gibidir, eniştem ve halamın beraberliği. İtiraf ediyorum, “bir evliliği kadın sürdürecekse, her daim kadın pozitif olacaksa, kadın, sorunlarını bir köşeye atıp, kocasını evde tutmaya çalışacaksa, biz niye evleniyoruz ki!” diyenlerdendim. Ta ki, erkeğin ve kadının biyolojik yapısını ve psikolojik ihtiyaçlarını öğrenene kadar. Bugün biraz daha farklı düşünüyorum -durum tek taraflı değil elbette, erkek de bu bilgileri öğrenip, eşinin psikolojik ihtiyaçlarına karşılık vermek için çalışmalı.
Erkek ve kadın yapısının bu kadar farklı işlediğini bize daha önce anlatsalardı belki de birçok evlilik boşanma ile değil de mutlulukla sonlanırdı. Halam hali ne olursa olsun, kapıyı çok büyük bir enerji ve neşeyle açıp, kocasına sanki uzun bir yola gitmiş de, uzun zamandan sonra ilk defa karşılıyormuş gibi açan bir kadındır. Aslında o kapı sadece eşine değil, bizlere de aynı duyguyla açılır. Eniştem, halamı bu yaşına rağmen hâlâ kıskanır. Çünkü kendisinde hâlâ genç kız enerjisi vardır. Bunu nasıl başardığını bilmiyoruz, ‘mutlu bir insan olabilmenin sırrı’ diye bir şey yoktur. Bazı insanlar, dünyaya böyle gelirler. Eniştem, halamın pek fazla dışarı çıkmasını istemeyen, eve geldiğinde yemeği ve çayı hazır olsun isteyen klasik bir erkek modelidir. Otoriter, ama yeri geldiğinde sevgisini hissettiren bir erkek. Buna rağmen halam eşi evine gelinceye kadar, komşu ahbap, dost ziyaretlerini yapar ve eniştemin eve dönüş saatinde mutlaka evde olur. Ama bir gün, sohbete öyle bir dalar ki, eniştem eve halamdan önce gelir. Tabii ki, bu sefer kapıyı açan eniştemdir. Halam hiç endişesini belli etmeden, bütün sevimliliği ve güler yüzüyle -o tılsımlı enerjisiyle- enişteme sarılır. Eve geldiğinde ona kızmak için bekleyen eniştem, bırakın kızmayı, bir de halama sarılırken bulur kendini. Ve eniştem hep aynı şeyi söyler, “Bedirnaz bana öyle bir davranıyor ki, haksız bile olsa omzum düşüyor ve teslim oluyorum, haklı olsam bile kendimi haksız çıkartıyorum” der.
Oysa genelde bu senaryo nasıl işler? Bütün gün büyük bir stresle çalıştığınız iş yerinizde haksızlığa ya da sorunlara maruz kaldığınız o an, bir an önce evde olmayı düşlersiniz. Kimse yoksa bile eşiniz vardır. Onun varlığı size bütün sıkıntılarınızı unutturacak önemli bir nedendir. “Çok şükür” dersiniz, “iyi ki o var”... Bu düşünce içinizdeki duyguları ateşler, heyecanlanırsınız. Hem ona sıkıca sarıldığınızda her şeyi unutabilirsiniz. “Eve vardığımda, ona sıkıca sarılacağım ve huzuru onda bulacağım” diyerek koşar adım evin yolunu tutarsınız. Eşiniz kapıyı açar ve... O gün hayal ettiğiniz ve huzur için büyük bir istekle eve gittiğiniz o an, eşinize aslında ne söylemek istediniz ve ne söylerken buldunuz kendinizi? a) Suratınızı astınız ve tam tersi davrandınız? Üstelik her seferinde neden bunu yaptığınıza anlam veremeyerek, için için kendinize kızdığınız halde, kendinize dur demediniz ve suratınızı asmaya devam ettiniz!.. b) Siz bu hisle eve adım attığınız an, kapıyı açan eşiniz size hafifçe sarılıp ya da suratınıza bile bakmadan, o gün başından geçen her şeyi sinirle, öfkeyle, kızgınlıkla anlatmaya başladı… Eğer, kapıyı açar açmaz, birbirinize aynı duyguyla sarılıp, birbirinizle olabilmenin o anlamlı mutluluğunu yaşayabildiyseniz, kitabın bu bölümündeki söyleşiyi geçip, diğer sayfaları okumaya devam edebilirsiniz. Bedoş Halam bir erkeğin psikolojisini anlamış, çözmüş bir kadın olarak; eniştem ise eşine sevgisini sunmaktan çekinmeyen bir adam olarak hayata mutlu mesut devam ediyorlar. Onlar psikoloji kitapları okumadılar belki ama Nevzat Hocamın anlattığına göre (söyleşiyi okuduğunuzda anlayacaksınız ) ‘Michelangelo Etkisi’yle birbirlerinin ruhunu okuyorlar. Hem de birbirlerine isimleriyle seslendiklerinde daha konuyu söylemeden “dur getiriyorum” diyecek kadar.
Kadın Ne Der, Erkek Ne Düşünür?
“Erkek kapanıp düşünmek istiyor, kadın da konuşup anlatmak istiyor.”
S.A.: Yıllar önce özel bir kanalda “Kocam Size Emanet” adlı bir yarışma programı yayınlanmıştı, hatırlayanlar vardır mutlaka aranızda. O programın editörlerinden biriydim. Kocalarını değiştirmek isteyen yüzlerce kadın, programa katılmak için müracaat ettiler. Yaklaşık iki yüze yakın çifti tanıma imkanımız oldu. Kadınların ortak bir problemi olduğunu gördüm. Hepsi, aynı şeyi söylüyordu. “Kocam eve yorgun argın geliyor. Bir şeyler anlatmak istiyorum, dinlemiyor. Elinde kumanda televizyon seyrediyor ve suratı hep asık.” Bu sorum aynı zamanda birçok kadının da sorusu olacak. Erkeklerin bu davranışlarının altında yatan temel nedenler neler? Erkek gerçekten dinlemeyi sevmiyor mu?
N.T.: Erkeğin ve kadının beyni biyolojik olarak farklı çalışıyor. Erkek beyni, bir sorun ya da kriz yaşadığı zaman, zihinsel sığınağına çekiliyor. İçine kapanıyor, sorunu çözmeye öyle çalışıyor. Erkekte sol beyin baskın. Sol beyin analitik beyindir. Bu nedenle kriz anında Mantık, muhakeme, analiz, hesaplama gibi kâr zarar analizi yapar, bunun için düşünür. Kadın beyni de sağ beyin ağırlıklıdır. Duygusal beyin, duygular, heyecanlar, müzik, sanat, resim gibi konular sağ beyinle ilgilidir. Duygusal beyni baskın olan kişi, bir kriz yaşadığı zaman sorun çözmeye çalışarak; sağ beyni baskın olan kişiler ise paylaşarak rahatlamaya ve sorunu çözmeye çalışır. Kadın ve erkek, sorun anında biyolojik olarak çatışıyor birbirleriyle. Erkek kapanıp düşünmek istiyor, kadın da konuşup anlatmak istiyor. Birisi konuşmak istiyor. Diğeri konuşulmasını istemiyor. Böyle bir durumda çatışma çıkıyor. Diyelim bir çift, arabada seyir halindeler, erkek direksiyon başında, ama yolu kaybettiklerinden gergin ve kafası karışık. Kadın o anda “sağa dön, sola dön, ileride kamyon var, vs…” diyerek direktifler veriyor. Aslında iyi niyetle konuşup eşine yardımcı olmaya çalışıyor. O anda erkek, “Kes dırdırı bir de senle mi uğraşacağım!” diyerek cevap veriyor. Sonra çatışma çıkıyor. Böyle durumlarda kadın trafiği, geç kalmayı düşünmeyip, yolu bulmayı erkeğe bıraksa, erkek “ben buldum” diyerek özerklik duygusuyla egosunu tatmin eder ve mutlu olur. Yani eşinin yardımı ile yolu bulması ve “eşim yardım etti, buldum” demesi egosunun tatmin olmasını engelliyor. Bu bir biyolojik eğilim.
S.A.: Erkek, bir şeyleri kendisi yapmak ve bunun gururunu yaşamak istiyor yani...
N.T.: Eşi böyle stresli olup konuşarak onu düzeltmeye, değiştirmeye çalıştığında erkekte savunma duygusu uyanıyor ve tepki veriyor. Erkekte savunma duygusu uyandırmadan çözüm bulmak gerekiyor. Böyle durumlarda kadın “nasıl olsa bir yolu bulunur, sen başarırsın, ben bekliyorum” demeli.
S.A.: Ya yanlış bir yola girildiyse… Kadın sessiz mi kalacak?
N.T.: Böyle durumlarda tabii ki uyarı yapacak. Ama bir defa söylemesi yeter. Israrcı olmayacak. Israrcılık genelde savunma duygusu uyandırır.
“Erkek, kadın konuşmasın diye eve girdiğinde suratını asıyor.”
S.A.: Kadının paylaşarak aşma isteğine erkek nasıl yanıt verecek hocam? Kadının da böyle bir ihtiyacı var sonuçta...
N.T.: Yani erkek de şunu anlayamıyor; kadın çok konuştuğu ve bir şeyi çok ısrarla söylediği zaman, bunu inatlaştığı için değil, iyi niyetle söylemek istediği gerçeğini. Bunun biyolojik bir eğilim olduğunu bilmeyen erkek, kadın konuşmaya başladığı zaman “Bizim hanım çok dırdırcı!” diyor. Oysa bu kadının paylaşım isteğinden kaynaklanıyor. Bu dili bilmeyen erkek, eve gelince eşi konuşmasın diye yüzünü asıyor.
S.A: Erkekler kadının konuşmasını engellemek için mi surat asıyorlar. Bu yapılan bilinçli bir eylem yani?
N.T.: Ama bunu bilerek yapmıyor, otomatik yapıyor. Duvar örüyor. Daha önce denemiştir onu. Yüzü gülerek neşeli bir şekilde eve geldiğinde eşi bir sürü problem anlatmıştır ona. Hatta bir ailede şöyle bir örnek yaşadım. Daha sonra bunu örnek olarak hep kullandım. Baba ile küçük oğlu -10 yaşında- gayet neşeyle bir yere gidiyorlar. Eve gelince birdenbire babasının suratı asılıyor. Çocuk da “Baba az önce nasıl da neşeliydin şimdi niye konuşmuyorsun, neden suratın asıyorsun?” Tabii zeki kadın durumu anlıyor. “Dışarıda neşeli evde asık suratlı olduğuna göre demek ki buna ben sebep oluyorum” diyor ve yöntemini değiştiriyor. ‘Akşam Sendromu’ denen bir şey vardır. Evde bozulan bir banyo musluğu bile çok ciddi bir sorun olarak anlatılabilir. Kadın bu tür sorunlar yaşasa da evdeki sorunları eşi eve girer girmez anlatmıyor. En uygun zamanı bekliyor. Olumlu düşünce üzerinden gidiyor. Eşinin hazır olduğunu hissettiği zaman sorunları anlatmaya başlıyor.
S.A.: Anlatmak için doğru zamanı beklemek bütün ilişkilerde geçerli bir davranış şekli, aynı zamanda egodan da uzak bir hareket.
N.T.: Tabii. Erkek eve ilk başta stresle giriyor. Bunu anlayan kadın, bekliyor ve uygun bir ortam bulduğunda anlatmaya başlıyor. Yani, eşinin anladığı yöntemi buluyor. Burada kadın kılıçları çekerek, “ben haklıyım, benim dediğim olacak” demiyor ya da öyle bir mesaj vermiyor. Maksadı evliliği iyiye götürmek. Bunun için de ne yapmam lazım? diye düşünüyor. Böyle durumlarda birisi öfkelendiği zaman, diğer taraf yöntemini değiştiriyor. Morali bozuk olanı idare edip, tavrını değiştiriyor. Böylelikle güç çatışması yaşanmıyor. Bu davranış şekli evliliği öncelikleyen anlayıştır. Egoyu öncelikleyen anlayış olduğu zaman, ego çatışmaları, ego savaşları oluyor. “Ben onu sürüm sürüm süründüreceğim...” “Ben onun nasıl altında kalırım…” dendiği zaman, evlilik gemiyse o gemiyi götürmemiş oluyorsun. Genellikle kadın erkeği, erkek kadını değiştirmeye çalışıyor. Ego savaşları olduğu için. Evliliği daha iyiye, güzele götürmek için böyle durumlarda kişinin kendine şu soruyu sorması gerekiyor; “Şu anda eşimin bu sorunumu çözmesi için yer ve zamanlamam uygun mu?” eşler yer ve zamanlamayı düşünerek planlama yaparsa sorunu çözebilirler. Yani, kadın erkeğin, erkek de kadının zamanlamasını önemseyecek. Ama anladığı yöntem ve dili bulursa mutlaka uzlaşma yaşanır.
S.A.: Artık erkekler kadınların neden konuşmak istediklerini, kadınlarsa erkeklerin dinlemekten neden kaçtıklarını şu andan itibaren biliyorlar. Kadınlar sorunları uygun zamana erteleyecekler bunu öğrendik. Ya, erkekler? Onlar kadının sorunlarına nasıl yaklaşmalı?
N.T.: Biyolojik olarak erkek sonuç odaklı, kadın ise süreç odaklı düşünür. Erkek yapısı gereği, o anda sorunu çözmeyi ister ve bunun için düşünmeye başlar. Özellikle erkeklere tavsiyem; eşiniz sizinle konuşmak istediğinde ya da size bir şeyler anlattığında ona “on defa anlattın, aynı şeyi söyledim ya, daha niye tekrarlıyorsun?” demek yerine, kadının yalnız olmadığını hissettirecek bir şeyler yapmalarıdır, bu tavır çok daha etkili olacaktır. O anda problem çözülmese bile, onun elinden tutup sevgi dolu birkaç güzel söz söylese “Tamam yaparız. Seni anlamaya çalışıyorum” gibi cümlelerle kadını rahatlatacaktır. İşte o anda eşi negatif konuşmayı kesecektir. Erkek kadına sevdiğini hissettirmeli maalesef erkek bunu yapmıyor işte.
S.A.: İşin sırrı sevgiyi ve ilgiyi hissettirmek. Tabii ki, bunu bir görevmiş gibi yapmadan... Kadınlar, erkeklerin ezber davranışlarını hissediyor ve ‘mış’ gibi yapılan hareketleri de ciddiye almıyorlar...
N.T.: Tabii ona sevildiğini hissettirecek, “ben seni seviyorum, bu sorunun mutlaka bir yolu vardır, merak etme ben bulurum.” gibi ona yalnız olmadığını hissettirecek konuşmalar, kadının o sorunda ısrarını azaltır. Erkekler bunu yapmıyorlar. Sert bir ifadeyle “Daha ne dırdır ediyorsun, hallederiz…” gibi sözlerle yanıt veriyorlar. Bu sefer kadın anlaşılmadığı duygusunu yaşıyor. Kadının o anda çok konuşmasının altında yatan, sevildiğini, anlaşıldığını hissetmek aslında. Aksini gördüğünde “Kocam beni anlamıyor, beni dinlemiyor, bana değer vermiyor.” diyerek alınıyor. Yani, duyguların dilleri var. O dilleri öğrenmek gerekiyor. Her iki taraf da bu dilleri iyi bildiği zaman, sevmesi için “seni seviyorum” demesi, hediye alması gerekmez. Hizmet davranışı da bir sevgi dilidir. Konuşabilmek bir sevgi diliyse, hediyeleşmek de bir sevgi dilidir. Bunun gibi duygu dilleri var. Çocukluğundan beri hiç hediyeyle sevgiyi ifade etmeyen bir kültürde yetişmiş birisi karısına hediye almıyorsa kadın “kocam beni sevmiyor” diye düşünür.
S.A.: Kadınlara, hep ilk adımı erkek atmalı diye öğretildi. Hediye vermekten tutun da, ilişkiyi başlatmak, duygularımızı ifade etmekten evlilik teklifinde kadar… Bugüne dek ilk adımı erkekten bekledik. Bu kalıplar, kadınların erkeklere duygularını tam olarak ifade edememelerine, biraz geride durmalarına, hediyeyi vermek yerine, önce ondan beklemek gibi stratejik beklentiler içine girmemize neden oldu. Şimdi sizin anlattıklarınızdan yola çıkarak, bir birleştirme yapmak istiyorum. Kadın konuşmasın diye suratını asan bir erkek modeli var. Tabii bu küçük, ama önemli bir örnek. Erkekler, evliliği kafeslenmek, kaleyi kaybetmek gibi görebiliyor. Yani evleniyorum ya da evlendim artık “ölü sayılırım” şeklinde bakan erkekler de oldukça fazla. Hatta son dönemlerde popüler bir şarkı var. Oğuzhan Uğur seslendiriyor. Bir erkeğin evliliğe bakışını esprili bir dille anlatan ‘Panpa’ adlı bu şarkıda geçen sözlerin bir kısmını size okuyacağım...
Panpa/Oğuzhan Uğur
....
Hatun tuttu ellerimden
Götürüyor nikah masasına
Bu işi dönüşü yok anladım
Balayından kart atarım
Galiba sanırım evliyim artık
....
Eve geç kalma lüksüm yok artık Ölü sayılırım kısmen…
Erkekler neden evlilikten bu kadar korkuyorlar ve neden korktukları bu kuruma evet diyorlar?
N.T.: Bunun gibi evlilik değil de beraberlik erkeğin daha çok hoşuna gidiyor. “Sana karşı bir şey hissetmiyorum” deyip bırakıp gidebiliyor. Feminizmin desteklediği bu durum, tamamen erkek feminizmine dönüşüyor o zaman. Erkek egemen toplum ataerkil toplumun avantajına dönüştü. Böyle bu tarz ilişkilerde kadın, mağdur oluyor, kurban haline geliyor.
S.A.: Sonuçta kadın da bunu bilerek bir ilişkiye giriyor. Aslında erkek evlilik teklifini yapıyor ama bunu isteyen kadın. Kadın istediği için erkek evleniyor. Çünkü kadının çevresi ve toplumun kadına bakışı beraber yaşamaya izin vermiyor. Bu baskı, evlilik düşüncesini tetikliyor sanki...
N.T.: Onun için nikah dışı yaşantılar, evlilik dışı beraber yaşamalar, cinsel birliktelik gibi beraberlikler modern ataerkilliği oluşturdu. Ataerkilliğe tepki gösteren ve ataerkil düzenden kurtulmak isteyen kadın, bu sefer de erkek egemen kültürün değişik bir versiyonu olan modern ataerkilliğin içinde buldu kendini. Bu nedenle de en çok depresyona giren de, en çok zarar gören taraf da kadın oluyor. Kadın-erkek ilişkilerinin kurbanı haline geliyor. Bu nedenle nikâh kadını daha çok koruyor. Erkek nikahı pek sevmiyor. Nikâhsız yaşamak erkeğin hoşuna gidiyor.
“Erkekler evlenmekten korkmuyor, kafasına göre yaşayamamaktan korkuyor“
S.A.: Bir tarafta bağımsızlık isteyen ve evliliğe çok da gönülle girmemiş bir erkek var. Hatta mümkünse nikah olmadan yaşansın diyen bir erkek -mutlaka istisnalar vardır. Geneli ve bugünkü durumu düşündüğümüzde evliliği neredeyse bir yönetici gibi yönetmek durumunda olan bir kadın profili çıkıyor ortaya. Kadın bağımsızlık ve özerklik isteyen eşini nasıl idare edecek? Evliliğin aslında sandığı gibi bir hapishane olmadığını erkeğe nasıl hissettirecek?
N.T.: Dışarıda arkadaşlarıyla zaman geçiren bir erkeğin, geciktim korkusuyla eve gelmesi ne kadar sürer? Kadının her zaman pozitif etkileme gücü vardır. Pozitif etkileme gücünü kadın iyi kullanırsa sadık olmayan erkek olmaz. Kadın erkeğe negatif yaklaşmamalı ve korkutarak yaklaşmamalı. Bu konuyu anlatan esprili bir hikaye var. Elli kişilik kalabalık bir grup toplanmışlar. “Karısından korkmayanlar bu tarafa geçsin!” demişler. Bütün grup karısından korkanlar tarafına geçmiş. Sadece bir kişi kalmış. “Sen niye geçmedin bu tarafa, nasıl yani, karından korkmuyor musun?” demişler. Adam, “Yok karım ‘kalabalığa karışma’ demişti. Bu yüzden geçmedim o tarafa” diye cevap vermiş. Erkekler kadından korkmuyor, aslında kafasına göre yaşamaktan korkuyor. Çünkü evlilik var, çocuk var. Bunların verdiği sorumluluklar var. Erkek sorumluluktan, eşine hesap vermekten, rezil olmaktan korkuyor.
“Kadına kontrol duygusu için özgür alan bırakılması lazım.”
S.A.: Evlilikler, bugüne kadar gördüğümüz, alıştığımız bir iletişim ritüeli ile yürütülen, yani bize miras kalmış davranışlarla mı yürüyor? Evin reisi aslında erkek gibi görünse de, evi, eşini, çocuklarını idare eden kadın. Ve anlattıklarınız doğrultusunda anlıyoruz ki, kadın ve erkeğin evlilikteki rollerini bilmeleri ve çalışmaları gerekiyor. Bu rollere göre, kadın ve erkeğe düşen görevleri biraz anlatabilir misiniz?
N.T.: Kadın evde mutlu olmaya genetik olarak erkeğe göre daha eğilimli olduğu için fedakarlık yapmaya da daha çok yatkın oluyor. Evliliği korkutarak, korkarak ya da tehditle sürdüremeyiz. Mesela şiddete karşı, hapis, gözaltına almak, mahkeme kararıyla alınan korumalar gibi çözümler üretiliyor. Oysa bunların hepsi sadece sonuçla uğraşmaktır. Sebebi düzeltmemektir. Şiddetin, çatışmaların sebebini bulmak ve düzeltmek lazım. Sebebini düzelttiğimiz zaman sonuç da düzeliyor. Sadece sonuca odaklanmak, düzeltmeye çalışmak çatışmaları daha da artırıyor. Evi sıcak ve sevimli bir hale getirmek, erkeğin de kadının da eve koşarak gelmesini sağlar. Kadın erkekte bu duyguyu uyandırabilirse evde iyi bir atmosfer oluşur. Böyle durumlarda iki gerçeklik var. Birincisi iç gerçeklik, ikincisi ise dış gerçeklik. Ailesel gerçeklik ve toplumsal gerçeklik diyebiliriz. Ailesel gerçeklikte kadının liderliği ön plandadır. Toplumsal gerçeklikte ise erkeğin liderliği ön plandadır. Bu nedenle erkek kadını mutlu etmek için koltuk orada mı olmuş burada mı olmuş, tablo karşı duvara mı asılmış, yan duvara mı asılmış, yemek öyle mi olmuş, böyle mi olmuş gibi konulara karışmamalı. Erkek, kadına özgür alanlar bırakacak ki kadın tatmin olsun. İşte bu özgürlük alanları yaratılırsa o zaman erkek de dışarıda kendisini daha rahat ve özgür hisseder. Ama evde “vıdı vıdı” yapar karışırsa, “ışığı açık bıraktın, suyu çok kullandın” gibi konularla kadının alanlarına girerse, kadına illallah dedirtir. Kadının özgür alanı kalmazsa ya tepki verir ya takıntılı olur. Kontrol duygusunu çocukların üzerinde sağlamaya çalışır. Obsesyon haline gelir ve eşyalarını yıkamaya başlar. Kadına kontrol duygusu için özgür alan bırakılması lazım. Erkekler maalesef o alanı bırakmıyorlar. Kadın evde mutlu olmadığı için bu sefer o da eşine karışmaya başlıyor. İşyerinde neler yapıyor, kimlerle birlikte maça gidiyor, eve ne zaman dönecek gibi konularla erkeğin özgürlük alanına giriyor.
S.A.: Özgürlüğüne ve bağımsızlığından ödün vermeyen bazı erkekler, eşlerine karşı aynı oranda adil olamayabiliyorlar. Bu devirde eşinin sokağa çıkmasına, arkadaşlarıyla buluşmasına izin vermeyen erkekler var. Bu defa kafeste yaşayan bir kadın oluyor. Kadının ekonomik gücü, çevresi, ailesinin bakış açısı böyle bir ilişkiyi yaşamasını mecbur kılıyor. Evlilikte ‘kadının adı yok’ türü ilişkileri neler bekliyor?
N.T.: Devamlı azarlayan, değersizleştiren, aşağılayan, yok sayan bir erkekle ne kadar yaşanabilir ki? ‘Koltuğu buraya çekersem kocam kızar’ diye yaşayan bir kadın, bu ilişkiye ne kadar dayanabilir ki? Bu nedenle evliliklerde kadının ve erkeğin görev tanımı net olmalı. Netlik varsa, eve alınacak bir eşyanın rengine, modeline ortak karar verilebilir. Her ikisi de fikrini söyler, ama unutulmamalı ki evde son söz kadınındır. Evin boyasına kadın, arabanın boyasına erkek karar versin mesela. Kadın ve erkek görev tanımlarını netleştirirse, her iki taraf da kendini aileye ait hisseder.
“İdeal evlilikler tamamlayıcı evliliklerdir. Yarışmacı evlilikler değil.”
S.A.: Bu davranışlar çocuklara da gelecekteki rollerini, görev tanımlarını anlatan iyi bir örnek olacaktır. Böyle bir evde büyüyen çocuklar, yarın anne-baba olacaklar ve anne-babalar çocukların rol modelleri...
N.T.: Mesela yarışmacı evlilikler var. Kadın-erkek yarışmasına dönüşen, ego savaşlarının olduğu evlilikler bunlar. Modernizm onu sunuyor. “Onun arabası var, benim de olsun.” “O yapıyor, ben neden yapmayayım?” gibi yarış halleri evliliği tamamlamaz. İdeal evlilikler tamamlayıcı evliliklerdir. Yarışmacı evlilikler değil. Ortak hedefler, ortak idealler vardır. Bunun için birinin eksiğini öbürü, öbürünün eksiğini diğeri tamamlar. Ama bir taraf hep veren olmaz. İki taraf da veren olur. Eşitler ilişkisi olduğu zaman, biri kendini kötü hissediyorsa diğeri iyi hissettirir. Biri hüzünlüyse diğeri ona yardım eder. Tamamlayıcı olması gerekiyor. Erkek kadınsı, kadın erkeksi ise olmuyor. Birbirine tıpa tıp benzeyen insanlar ilişkiyi yürütemiyorlar mesela. İki tarafın da bazı alanlarda birbirini tamamlıyor olması gerekiyor. Ama şunu unutmamak gerekir; her evliliğe aynı kıyafeti giydiremeyiz. Kişiye özel çözümler üretilmesi gerekiyor. Kültüre göre doğrular değişir. Mesela tıpta tedavinin kişisellik yönü vardır. Kişisel tedaviler uygulanır. Aynı ilaç birine çok iyi geliyorsa, diğerine iyi gelmeyebilir. Evliliklerde de tek doğru yoktur. Her erkeğe, her çifte göre yöntemler değişir.
Michelangelo Etkisi
S.A.: Yani, evliliklerin ve kişilerin ruhlarını okumak, beklentilerini bilmek gerekiyor...
N.T.: Tabii. Bireysel ihtiyaçlara göre bireysel çözümler üretmek gerekiyor. Konfeksiyon evlilik olmaz, evlilik muhakkak terzi gibi olacak. Kişiye özel çözümler üretilecek. El işi orijinal oluyor, biricik oluyor, eşsiz oluyor, benzeri olmuyor. Benzeri olmayan şey kıymetli oluyor. Evliliklerde de eşler birbirleri için kıymetli oluyor. Mesela daha güzel, daha yakışıklı biri olsa da onun eşi daha sevimli olabilir. Onun eksiklerini tamamlıyordur. Birbirlerini tamamlıyorlardır. Bazen insanlar “böyle güzel bir kadın bu kadar çirkin bir adamı nasıl seviyor?” diye konuşup, şaşırırlar. Oysa fiziksel görünüm, kadın-erkek ilişkilerinde yüzde yirmi filandır. Yüzde yetmiş-sekseni psikolojik uyumluluktur. Cinsellik, fiziksel uyum gibi somut tatminler yüzde yirmi-otuzdur. Yani ilişkilerde uyum sağlayan özellikleri yüzde altmış, yetmiş ve seksen oranla psikolojik tatminler oluşturur. Değer verilmek, anlaşılmak, birbirinin iyi günde, kötü günde tamamlayıcısı olabilmek gibi psikolojik etkenler evliliklerde çok daha önemlidir. Hatta buna psikolojide ‘Michelangelo Etkisi’ deniyor.
S.A.: Heykeltıraş Michelangelo mu?... ‘Michelangelo Etkisi’ psikolojide nasıl değerlendiriliyor, bize biraz anlatabilir misiniz?
N.T.: Biliyorsunuz Michelangelo en büyük heykeltıraşlardan biridir. İnsanın altın standardını bulmuş vücudun en güzel heykelleri yapılmış birisi. İnsan beyninde de ‘Michelangelo Etkisi’ olan şey var, beyinde nöroplasti oluşuyor. Yani karı-koca birbirine çok iyi uyuyorsa, adam ağzını açtığı zaman kadın onun ne diyeceğini anlıyor, susadığını anlıyor ve su getiriyor. Anneler çocuğunun bir sonraki hareketini anlar ya hemen istediğini yerine getirmek ister. Bu da bir ‘Michelangelo Etkisi’ gibidir. Çocuğunun kafasının nasıl çalıştığını anlıyor. Kafasının içinde bir heykel oluşmuş, o heykeli okuyor. Bir arada zaman geçiren insanlar, kurulan sıkı dostlukların ardından beyinlerinde birbirlerinin kişilik heykellerini oluştururlar. Bu beynin plastik yapısını, plastisisini oluşturuyor. Çiftler eşlerini hemen anlıyor. Hani bazen sokakta el ele tutuşmuş yürüyen mutlu yaşlı çiftler görürüz ya onlar da ‘Michelangelo Etkisi’yle birbirlerinin beyninde kendi heykellerini oluşturmuşlardır. Artık birbirlerine yapışmışlardır onlar. İlişkileri kopmayacak, ayrılmayacak bir ilişkidir. Dostluklar insanda ‘Michelangelo Etkisi’ni oluşturuyor. Mesela Mevlana’nın Şems’e âşık olmasını anlayamıyorlar. İkisinin birbirlerine aşkı ‘Michelangelo Etkisi’dir.
S.A.: Bir nevi ruh birlikteliği...
N.T.: Birbirlerinin ruhunu anlayabiliyorlar. Saatlerce hiçbir şey konuşmadan birbirlerine bakıp duygu aktarımında bulunuyor ve müthiş rahatlıyorlar. Bu tür yakın insanlar dokunmadan birbirlerini hissedebiliyorlar.
S.A.: Evet, hiç konuşmadan zaman geçirdiğim arkadaşlarım var mesela.
N.T.: İşte bu durum ‘Michelangelo Etkisi’ oluyor. Duygular konuşuyor artık. Duygular konuşamayınca, kendini ifade edemeyince öfke şeklinde ortaya çıkıyor. Duygusal aktarma olmuyor orada ve duygular birikiyor. Öfke ve çatışmaya dönüşüyor. Beyinde ayna nöronlar var. Duygusal aktarım olması için iki tarafın beyninde bir telsiz, bir internet gibi çalışıyor. Mesela böyle güçlü duygular hisseden insanlar, başka biriyle konuştuğu zaman ayna gibi aynı bölgesi çalışıyor.
S.A.: Çok etkileyici. Hissederek anlamak ve anlaşmak...
N.T.: Karşıdaki kişinin içinde sevgi yoğunluğu, güçlü duygular varsa, onun içtenliği, içindeki samimiyeti karşı tarafta güven oluşturuyor ve karşı taraf bu içtenliği anlıyor. Böylece nitelikli beraberlikler oluşuyor. Gizli gündemi olan bir kimse okuyor bunları. Hislerini açıklayamıyor, ama “bu kişiye güvenmedim” diyor. Samimi olmayan kimseler güven oluşturamıyor. Onun için iletişimin yeni alanı olan ‘İçtenliğin Büyüleme Etkisi’ araştırılıyor. Telsiz, internet gibi çalışan beynimizde paralel sinir sistemi var. Ayna nöronlarla çalışıyor. Güçlü duygulara geçtiği zaman hiçbir şey demese de, sen onun, yemek yiyen bir kimseyi yemeği düşünen bir kimse yemek yemeyi seyreden bir kimsenin beyninde aynı alan çalışıyor.
S.A.: Bir nevi bluetooth gibi...
N.T.: Evet... Beyin görüntüleme, fonksiyonel görüntüleme. Amerikan Mite Dergisi’nde yayınlandı. Evlilikte de bu etkiler oluşuyor.
“Eşinize her şeyi anlatmayın!”
S.A.: Çok güzel. Sonuçta her şey biraz da aynı kapıya geliyor. Yani biliyor olmak, anlayabiliyor olmak ve anlamak istemek...
N.T.: Ve samimi olmak... Eşlerin birbirlerine açık, şeffaf, dürüst olmaları gerekiyor. Açık, şeffaf, dürüst olmayan bir evlilik yürümüyor. Evlilik yalan üzerine gitmez ve evlilikte beyaz yalanlar olmaz. Daima doğrular konuşulmalı. Çiftler birbirlerine “yanlışsa da ben böyle düşünüyorum” diyebilmeli. Ve daha önce de söylediğim gibi, konuşmaların doğru zamanda, doğru yerde yapılması çok önemli. Karşı tarafın konuşmaya hazır olması lazım. Dürüst olacağım deyip de on sene önce ya da çocukluk döneminde yaşanılan bir şeyi takıntılı bir eşe anlatırsan o da bunu takıntı yapar. İşte “teyzemin kızıyla şunu yaşamıştım” deyip dürüst olacağım diye anlatırsan karşıdaki kişiyi rahatsız edebilirsin. Dürüstlüğün ailenin ortak ihtiyacına hizmet etmesi önemli, her şeyi konuşmak değil.
S.A.: Karşımızdaki kişinin neyi kaldırıp kaldırmayacağını, nelere takılıp takılmayacağını biliyorsak, bazı şeyler sır olarak kalmalı, anlatılmamalı yani...
N.T.: Tabii orada empati yaparak gideceksiniz. Mesela geçmişte yaşanan bazı travmalar vardır. Bunlar Allah ile senin arandadır. Bunları anlatmanın adı dürüst olmak değildir. Yani her insanın her söylediği doğru olmalı, ama her doğruyu her yerde her zaman söylememek gerekiyor.
Çocuk Sahibi Olmadan Önce…
S.A.: Çocuk sahibi olmak konusunda “kadın ve erkek farklı düşünüyorlar” diyorsunuz. Özellikle çocuk sahibi olmayı erteleyen erkeklerin, ertelemelerinin nedenini merak ediyorum. Baba olmak erkeği korkutur mu? Erkeklerin çocuk sahibi olmak istememelerinin altındaki nedenler nelerdir?
N.T.: Genellikle kadınlar bir an evvel çocuk olsun ister. Annelik duyguları, annelik arzuları yüksektir. Erkek de genellikle yeni büyük bir sorumluluk getirecek diye bir erteleme eğilimindedir. İki taraf konuşarak ortak bir noktada buluşmalılar. Yani kendi çözümlerini üretmeliler. Çocuk sahibi olmak konusu iki tarafın da isteği olmayabilir ya da çiftlerin çocukları olamayabilir. Taraflardan birisinde hastalık gibi bir sebep olabilir. Çocuk olmuyordur. Böyle bir durumda çocuk olup olmaması da çocuğun ne zaman olabileceği de kişiye özeldir. Tek doğru yoktur. Yani çocuk, evliliği daha güzel ve sevimle hale getirmeye sebep oluyor mu olmuyor mu buna bakmak lazım.
S.A.: “Çocuk yapmanın doğru zamanı” diye bir şey var mıdır?
N.T.: Bu tamamen kişiye özeldir. Çiftin evlendikten sonra, karar verdikleri herhangi bir zaman doğru zamandır.
S.A.: Erken yaşta anne-baba olmakla geç yaşta anne-baba olmak arasında bir fark var mıdır? N.T.: Burada evlilik olgunluğu var. Bir kimse ileri yaşta olabilir, ama çocuksu olabilir. Mesela aklına gelen ilk şeyi yapıyor. Hemen ilgi gösterenlerin etkisinde kalıyor, alış verişi çocuksu, zevkleri çocuksu, böyle bir kimse 40 yaşına da gelse evlilik olgunluğu yoktur. Evlilik olgunluğu, yaştan ayrı düşünülmelidir. Psikolojik yaşı ayrı, biyolojik yaşı ayrı, evlilik yaşını ayrı düşünmek gerekir. Yani taraflar evliliği istiyorsa on yedi yaşında olabilir. İki taraf da kendilerini evlilik yaşına hazır hissediyorsa olmaz diyemeyiz. Kişinin evlilik olgunluğuna sahip olması gerekiyor. Örneğin, çocuk okula başlamadan önce okul olgunluğu araştırılır. Okul olgunluğu varsa çocuk okula yazılabilir. Hani 66 ay tartışmaları var ya, bu durumda sorgulanması gereken çocuğun okul olgunluğunun olup olmamasıdır. Çocuğun okul olgunluğu varsa başlayabilir. Yoksa başlamamalı. Bunun gibi evlilik olgunluğu varsa çiftler çocuk sahibi olabilir.
S.A.: Çocuk yetiştirmek ve çocuk bakım konusunda en çok anneler okuyor, araştırıyor ya da kulaktan dolma bilgiler bile olsa, bilgilenip çocuklarını yetiştirmeye çalışıyorlar. Son yıllarda babalar da annelere bu konuda eşlik ediyor. Ana-babalık eğitimleri hakkında sizin görüşlerinizi de alabilir miyiz? Bu eğitimler neden bu kadar çok önemli?
N.T.: Annelik babalık, evlilik, cinsellik biyolojik, ama evlilik kültürel bir konudur. Annelik hormonel, babalık hormonel değildir. Babalık hormonu yok, ama annenin hormonu var. Bunun için evlilikte kadın evliliğe daha yatkın ve evlilikte daha başarılı. Fakat evlilikle ilgili sorun çözmek kültürel olarak öğreniliyor. Evlenme isteği oluşuyor, ama kültürel olarak öğreniliyor. Bunun için kültürel standartlar vardır. Bu, geçmiş çağlarda, geniş ailelerde anneanneler, babaannelerdi. Gençler evlendiği zaman eşiyle ilişkilerinde çocuğa nasıl davranacağını, sıkıntı yaşadığında gidip sorabileceği kişiler vardı. Yaşam tecrübesi olarak kişilere sorarak öğreniliyordu. Şimdi çekirdek aile oldu. Böyle olunca gençlerin yardıma ihtiyaçları olduğunda soracak kimseleri yok. Bu da ancak eğitimle kapatılabilir. İki genç evleniyor. Aile büyükleri de kendileri de bu durumu tercih ediyorlar. Çekirdek aile oldukları için de büyüklere de bir şey sorup danışmıyorlar, ne oluyor, küçük bir problem büyümeye başlıyor. “Niye bana uygun hediye almadın?” “Niye yüzün asık?” diye başlıyor çatışmalar ve iş büyüyor. Birçok çift, sorun çözme stilini bilemiyorlar. İletişim biçimini bilemiyorlar. Fatura da çocuklara çıkıyor. Bunun için, evlilik okulları, anne-baba eğitimleri bu kültürel değişimde ihtiyaç olarak çıktı ortaya. Dünyada, modernizmin getirdiği yalıtılmış aile tezi. Modernizm, Batı kültürü, “ideal aile yalıtılmış, aile” diyordu. Yani, çocuk evlendiğinde anne-baba, büyükler karışmayacak ve artık kopacaklar. Onun için çocuğu ölse bile “baba çocuğuna miras bırakmayabilir” gibi Batı düşünceleri var. İzole aileler vardır. Biz de kültür olarak bunu, yani, yalıtılmış aileyi tercih ettik. Ama biz şöyle bir çözüm ürettik -hatta bir Batılı bir sosyolog ülkemize geliyor ve aileleri inceliyor- amca, teyze, hala, dayı aynı mahallede hatta aynı apartmanda oturuyorlar, ama ayrı evdeler. Evler ayrı, ama kültürel akraba ilişkileri aynı şekilde yoğun devam ediyor. İtalyanlarda da böyleymiş. Bu durumu gözlemleyen sosyolog; “Siz çekirdek aileler konfederasyonu oluşturmuşsunuz” demiş. Yani çekirdek aileyiz, ama genel bir konfederasyon gerçeğinden kopmamışız. Arabesk bir çözüm üretmişiz kendimizce. Batı’da durum farklı. Gençler evlenince yaşlılardan kopuyorlar.
S.A.: Geleneklerimizi sürdürüyoruz yani...
N.T.: Bayram vb. gibi gelenekler ve birçok kişinin vesilesiyle aile bağları devam ediyor. Bunun toplumsal etkisi var, ama çekirdek ailelerde anne-babaların eğitimine ihtiyaç var yine de. Gençlerin evlilik okulu tarzında eğitim kurumlarında ana-baba olmak ve evlilik konusunda eğitim almaya ihtiyaçları var. Bu kültürel değişim nedeniyle muhakkak sosyal psikologların bir şey yapması lazım. Aile danışmanlığı hizmeti için çalışmalar var. Yönetmelik çıktı. Aile danışmanlığı merkezlerinin bu konu üzerinde rehberlik etmesi lazım.
S.A.: Aile danışmanlığı merkezleri ne zaman hizmete geçecek? Kimler eğitim verecek? Sistem nasıl işleyecek? N.T.: Aile danışmanlığı merkezleri yönetmeliği iki hafta önce çıktı. Bu merkezler, evlilik krize dönüşmeden danışmanlık hizmeti yapacaklar. Üsküdar Üniversitesi olarak yönetmeliği araştırarak, araştırma merkezi projesini YÖK’e gönderdik. 450 saatlik sertifikalı programlar hazırladık. Yakında eğitimlerine başlayacağız. Tıp hekimi, çocuk gelişim uzmanı, hemşire ve sosyolog, eğitim alarak “Aile Danışmanlığı Sertifikası”nı almaya hak kazanacak. Dört yüz elli saatlik sertifika programından geçecek uzmanlar, birçok semtte aile danışmanı olarak ofis açabilecek.
S.A.: O zaman da anne-baba ve evlilik okulları eğitimleri çoğalmış olacak. Bu çok güzel bir gelişme...
N.T.: Evlilik okulları artık kişiye özel yapılacak. Tabii bunun yönetmeliği çıktı. Eğitimin 300 saati teori, 450 saati uygulamalı olacak.
S.A.: Bu “Aile Danışmanlığı Merkezleri” anne-baba ve çocuklara nasıl katkılar sağlar?
N.T.: Tabii bu yaygınlaşırsa Türkiye’de boşanma ve çocuk ruh sağlığı problemlerinin gerilemesine sebep olur. Kavgayı, şiddeti azaltacak bir şey olacak. Hatta bunun için bazı belediyelerin ortak çalışma teklifi var.
S.A.: Bazı belediyeler, anne-baba okulu falan diye seminerler düzenliyorlar. O
Okunma : 13204
ÜHA